21 Kasım 2012 Çarşamba

5- şeref amca



    Şeref Amca mahallemizin kıdemli şarapçısıydı. Evi iki apartman arasında gizli bir çiftliği andırıyordu. Kiraz, ayva, ceviz, elma ağaçları ve cılız kedileriyle yaşıyordu. Üzerinde yetmişli yıllarından kalma kumaş takımından bozma ceketi ve ispanyol paça pantolonunu derisi olarak kabul etmişti. Yumurta topuk ayakkabısı da delikanlı tavrıydı. Desenli dar gömlekleri ve kovboy şapkasını giyerek evinin önündeki eski koltuğunda oturur bütün gün dışarıyı izler, kendince bir şeyler yapar, şarabını da yanından eksik etmezdi. Hemen yanındaki koltukta ise hatırlamak için çaba sarf etmediği geçmişi ve ağzındaki küfrü oturuyordu. Biz bunu görmezden geliyorduk, ama sık sık kendince bir şeyler mırıldanıyordu.

    Geçimini plastik şişe ve kağıt toplayarak sürdürüyor, sabah çıktığı bu işini akşam bitiriyordu. Bazen hasılatı iyiyse bir kaç gün toplama işine girmiyordu. İnsanoğlunun ilk zamanlarındaki avcı toplayıcı geleneğini o 20 ve 21. yüzyılda kendince gerçekleştiriyordu. Zira bu işi Tbmm’nin yalnızca 4 kilometre ötesinde yapıyordu ki, orası ayrı bir ironi.

    Evini kendi camımdan görebiliyordum. Bahçesinde ateş yakar, şarabını eline alır ve genellikle radyo dinlerdi. Bazen kendi kendine konuşurdu, bazen kedileriyle. O zaman biz taşlarla kale yapıp futbol oynadığımız yaştaydık. Yaptığımız kalelerden birisi onun evinin hemen yirmi metre önündeydi. Gol olunca veya top dışarı çıkınca yüzde doksan onun bahçesine giderdi. Girmek için büyük bir telaşa kapılır, gönüllü olarak birilerimiz izin alarak topu dışarı çıkarırdık. Ya da kafası fazla iyi değilse kendisi bize topu gönderirdi. Eğer sarhoşsa basardı küfrü:

‘’Defolun buradan ibneler başka yerde oynayın.’’

    O olmayınca bizde bunu fırsat bilip bahçesindeki meyveleri toplardık.  Bir kişi erketeye yatar, diğerleri ağaçların ırzına geçer, sonra ganimetler paylaşılırdı.Biz büyüdükçe Şeref Amca’da bize alışmaya başlamıştı. Bizim yanımıza elinde bir avuç cevizle geliyor, konuşmadan bize veriyor ve gidiyordu. Bunu o kadar sık yapmaya başlamıştı ki bizde artık bahçesine girmeyi bıraktık.  Sözleşmeden, aramızda konuşmadan bırakmıştık. Olması gerekenleri kabul eder gibi, o kadar çocuktuk nasıl olduysa sessizce aramızda anlaşmıştık.

    Bir defasında okul dönüşü evinin önünden geçerken ağladığını görmüştüm. Kirli ellerini yüzüne kapatmış, kedisine doğru dönmüş ağlıyordu. ‘’Ne oldu Şeref Amca?’’ dedim. ‘’Minnoş’un boğazını köpek ısırmış’’ dedi yüzüme bile bakmadan. Kedinin boğazını sarmıştı. Sanki kedi bahaneydi o an onun için. İçinden gelmişti sanki, o an, orada kimsenin umurunda olmadan, umursamaz bir şekilde, kendine ağlıyor gibiydi. Bazen en olur olmaz zamanlarda, en olur olmaz yerlerde, bazen okul dönüşünde, bazen tencereyi karıştırırken, bazen televizyon izlerken, bazen ayakkabını bağlarken, o kadar tuhaf bir duygu belirir ki, soyutlarsın kendini eşyadan, insandan, dalar gidersin birden aklına gelenlerin içine. ‘’Sen elinden geleni yapmışsın, zamanla geçer elbet’’dedim. ‘’Siktir git lan, geçer diyor bir de. Ne geçecek, sadece günler geçiyor, zaman geçiyor’’dedi. Yaklaşık bir hafta sonra minnoş öldü, diğer kedilerin yardımıyla onu bahçesine gömdü.

    Bir gün evinde yangın çıkmıştı. Dumanları görünce bütün mahalle sokağa dökülmüştü. Herkesin içini bir korku kaplamış, gözleri dolmuş, itfaiyeyi bekliyordu. Tüm mahalleli  öldü gözüyle bakıyordu Şeref Amca’ya yangına bakarken. İtfaiye geldi yangını söndürmeye. İçeri girdi. Herkes biraz daha yaklaştı eve. Ama o sokağın başından geliyordu. Onu görünce bütün mahalleliyi manik depresif bir ruh hali almıştı, hem şaşırdı herkes, hem güldü, hem sevindi, birden silindi gözyaşları. Sonra herkesten bir kaç eşya girdi evine, evi tekrar kuruldu. Hatta evi bir kaç defa kuruldu şeref amcanın. Bazen emekliliğinden sıkılan aksi komşuları evini belediyeye ‘’çöp ev’’diye şikayet ediyorlardı. Belediye de iki çöp kamyonuyla yanaşıp temizleyip geri gidiyordu. Böyle bir kısır döngü. İnsanı yalnızlıktan ve terk edilmişlikten sonra utandıran son nokta galiba bu olsa gerek. Yıllarca seni sallamayan devlet, ‘’bu ev kokuyor’’ diye aldığı şikayete koşa koşa geliyor ve temizliyor. Devletin ilgilenecek umuru yoksa en azından temizler. Devlet yapamıyorsa, yapacağına inandırır yıllarca, bir gün gelir bakarsın her şeyden vazgeçilmiş, belleğini de temizlemiş gitmiş.  

    Bir maç esnasında bizi yanına çağırmıştı, ‘’Çabuk buraya gelin’’ diyerek. Radyonun sesini sonuna kadar açtı. ‘’Dinleyin’’ dedi. Radyo sunucusu onun adını söylemişti:
‘’Şimdi Şair Şeref .... ‘ten şu şiiri seslendiriyoruz, bizden ayrılmayın.’’ Hepimiz şaşkınlıkla bakmıştık. Sonra şiir bitti. Hepimiz birbirimize baktık aptal aptal, sonra şeref amcaya baktık.
‘’Siz ne anlarsınız amına koyim’’ dedi. Elinin tersiyle hepimizi kovdu bahçesinden. Bizde gidip tekrar top oynamaya devam ettik. Onu anlayacak yaşta değildik, üstelik onun kafasında hiç değildik.

    Şeref Amca’nın bir kaç tane çocuğu olduğu söyleniyordu. Evinden çıkıp artık başka bir hayat sürmesini istiyorlarmış. Daha doğrusu evinden çıkarıp apartman yapmayı planlıyorlarmış. Bir gün yine şeref amcanın kapısına belediye kamyonlarıyla yanaştı. Evinin içindekileri tekrar çıkardı. Sonra Şeref Amca’yı da götürdüler, ağaçları söktüler, evini dozerle yıktılar, bahçesini kazıdılar. Minnoş’un mezarını bile görmediler. Ve yerine altı dairelik teraslı bir apartman diktiler. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, kimse ne olduğunu anlayamadı.

    Sanki kökünden sökülen ağaçlar gibi, geceleri yaktığı ateşler gibi, içtiği şarapları anımsar gibi, bir kaç gün sonra gelip geçmişine uzun uzun baktı. Nefretle, küfürle  baktı orada bıraktığı kırk küsür yıllık geçmişine. Bir kaç hafta sonra kendisi de dayanamadı bu duruma ve öldü. Onu ne o fakir hayatı, ne yalnızlığı, ne de terk edilmişliği ölüme götürmüştü. Sadece kökünden koparılmak sebep olmuştu her şeye. 

    Şimdi ise ne zaman baksam o apartmana, sanki orada yaşayanlar düşmanımmış gibi hissediyorum. Sanki herkes sebep olmuş gibi bu duruma. Orada yaşayan herkes suçlu gibi geliyor nedense. Ne zaman çıksam balkona ağzıma bir dünya küfür geliyor, yutkunup içeri giriyorum tekrar. Yıllar geçti üstünden, minnoşun mezarını biliyorum da onun mezarını bilmiyorum. Bu konuda artık biraz da kendimden utanıyorum. 


r. s. kaya

1 Kasım 2012 Perşembe

Yanlızlık manifestosu ; Yeterlilik


Sigaranın dumanın izlediniz mi hiç ? Ama gerekli koşullar olması lazım bunun anlamlı olması için. Tüm ışıkları kapatmış olmanız lazım sadece uzakta bir yatak başı oda lambası yanıyorsa yeter ya da 2000ler iğrenç teknoloji yogunluğu içinde bu bilgisayarın ekranın ışığı da olabilir. Dumanın dansını izlediniz mi hiç ? Bunu yapabilmek için aslında tek ve gerekli bir şart var yeteri kadar yalnız olmak. Yeteri kadar yalnız olmak içinse yeteri kadar kandırılmış olmak gerekir. Kandırılma başka insanlardan olabileceği gibi aynı insandan defalarca da  olabilir. İşte o insan sizin kaderinizdir aslında ama son anda birileri bazı planları değiştirmiştir. Belki de sadece dumanın o dansını izlemeniz için. Belki de yalnızlık yürüyüşünüze anlam katmak için. Bu bir hac görevi gibi görülürse eğer patolojik bir noktaya gelir. İçinizde anlamsızca kimsenin okumayacağı kitapları yazmak gelebilir. Ya da kimse izlemese de film çekmek. Hiç bir başarının anlamı yoktur o an sizin için. Çünkü zaten hiç bir başarının anlamı yoktur. Mutluluk arayışının son bulması ile beraber. Bebekler ölürken ne kadar mutlu olunabilir en nihayetinde.

Hayatınız bir roman olur o an genellikle güzel anılarla dolu .Çünkü yeterince yalnızsan sadece güzel anılar kalır aklında ve onları nasıl harcadıkların. Sonra uyuşturmaya çalışırsın kendini. Alkolle, fuhuşla ,sigarayla, saatlerce çalışmayla, anlamsız uğraşlarla, yada kitap yazmakla mesela.Hayatınız roman gibi gelir gözünüze ki öyledir de zaten ama kendinizde hakkında bir söz söyleme hakkı  görmezsiniz.

Yeterince yalnız kalmak için yeterince aşık olmak gerekir. Çünkü yalnızca aşık insan aşkını  sonsuza kadar kaybetmişse yeterince yalnız kalabilir.

Yeterince yalnız kaldığınızı çok da anlamlı olmayan bir şarkıya binlerce anlam yüklerseniz.Bir gülüşe bir çok anlam yükleyebiliyorsan bayadır yalnızsındır.

Yeterince yalnız olan insan yalnızlığından bahsetmez asla.

Yani bir yandan popüler ama bir o kadar güzel filmden (ç)alıntı yaparsak yalnızlar kulubunun ilk kuralı yalnızlıktan bahsetmemektir. Böyle bir kulubun olma ihtimali beraberinde garip bir paradoks yaratabilir aklınızda. Bu tarz muhabbetler aslında yalnızlıktan kastı elini tutacak birinin olmaması yada belli yaş gruplarında sevişecek birinin olmaması diye düşünen insanlardandır.. Doğaldır, ergenlik her yaşta yaşanabilir. 

Yeterince yalnız olabilmişseniz aşık olabilmişsinizdir.. Yeterince yalnız olabilmişseniz aşık olabilirsiniz.

Ama dumanın dansını görmeniz için  yeterince kandırılmış olmanız gerekir.

.
A.U.

4 Ekim 2012 Perşembe

4- havaalanı





‘’Bu şehri özel kılan sence nedir ?’’ diye sormuştu  arkadaşım o gece. Etrafımızda yaklaşık yüz kişi sanki örgütleşmişcesine bira içiyorduk. Bizi tanıyanlar uzaktan bir merhaba çekiyordu, sanki  ‘’bizde aynıyız işte’’ der gibilerdi.  Basit konular geçiyordu aklımdan. Kendi kendime yarın ki işlerimi sıraya sokmaya çalışıyordum. Öğrenmem gereken şeyleri düşünüyordum. Önümdeki küçük mısır sepetinden en büyük mısırları seçiyordum. Havadan sudan derler ya. O hava ve suyu biz buralarda göremiyorduk. Bir düşünün öyle konuşuyorduk işte. Zamanın bu şekilde geçmesi daha güzel geliyordu. ‘’Basit, sıradan, büyük bir şehir’’ dedim.  ‘’ Özel kılan nedir diye sormuştum’’ dedi. ‘’Bence güzel balkonları olan her yer özeldir. Bir de zaman geçer olsun yeter, başka özel bir şey aramıyorum‘’ dedim.  Sıradanlığı bozmamak için derine inmek istemiyordum. Bir şeylerin farkına varıp kendime iç dönüşleri yapmayı da istemiyorum. Galiba artık kurcalamıyorum. Canımı sıkıyor. Çünkü artık harekete geçerek buluyorum bulunması gerekenleri. Saniyelerin nabzını tutuyorum boşa geçmesin diye. Buna ne denir bilmiyorum.
‘’Ben bu şehri havaalanına benzetiyorum, hani bir yerlere gitmek ister ya insan hayatını kurmak için, beklersin, beklersin, sonra biner gidersin ya, işte o havaalanı sanki bu şehir. Havası daima uçmaya müsait değil, uçak rötar yapıyor ve sen bu alana alışıyorsun. Bekleyen diğer kişilerle arkadaşlık ediyorsun, dost oluyorsun, sevgili oluyorsun. ‘’ diye atıldı birden.
Olduğum yerde kendime pay biçtim. Güzel bekliyordum bende.  Bunları bilmek o an zevkliydi. Ve yine güzel güzel inanıyorduk her şeye. Mekanlara, hiç bitmeyecekmiş gibi sanılan gecelere. Hiç geçmeyecek, geçince hiç hatırlamayacakmış gibi geliyordu pul pul dökülen güzel anılar.  
‘’Sonra o beklemenin tadı damağına ölene kadar yerleşiyor ve çıkaramıyorsun. Gitmek ve kalmak arasında sen gidip geliyorsun. Tıpkı değişik bir hikayesi olduğunu zannettiğin yol arkadaşı gibi. Hani hikayeyi hep anlıyorsun, hep onaylıyorsun,  hep bir yakınlık duyuyorsun ya öyle işte. Aslında bu şehri sen öyle dinliyorsun. Gittiğinde ise, başka yerlere başka hikayelere, hayatlara giriyorsun ama gelip inatla bu şehire anlatmak istiyorsun. Sanki sadece bu şehir seni dinleyecekmiş gibi geliyor. Sanki yalnızca bu şehir seni yargılamaz, sorular sormaz, cevaplar istemez gibi geliyor. İşte bu şehir böyle bir havaalanı gibi, kanatlarını takıp uçmak için sıraya girmiş sıradan insanlarla dolu. Bu şehri güzel yapan dostum, bekleyen insanların vazgeçemediği hayalleri.  Ama gitmeler, gidip de geri dönmemeler, dönmek isteyip de dönemeyenler, döndüğünde hep duygularına yenik düşeceğine inanlar var ya dostum, o işte ayrı bir konu.’’
Uzun uzun düşündük sonra kendimizi, oturduğumuz yerde bir yerlere gittik, yine olduğumuz yere döndük.  Artık bize ağzımızı ömür boyu kapatacak, o hayali balkonlarda bizi üşütmeyecek bir atkı gerek. Bir eldiven gerek, insanlara dokunduğumuzda hissettirmeyecek. Bize aslıda doğru, yanlış, mutluluk kavramlarını hissettirmeyen yeni bir lisan da gerek. Ama bu durup durup beklemeler var ya işte, o nerede başlıyor asıl onu bilmek gerek. Acaba başladığımızda da yine bir şeyleri mi bekliyoruz, olduğumuz yerde aslında başladık mı, tükettik mi acaba olduğumuz yerleri. Neyi bekliyoruz bir bilsek ya da çıkıp birileri söylese de bu sarmal ritüeli bitirse artık.

r.s.k

26 Ağustos 2012 Pazar

3- bonnie ve clyde




Sonsuzluk dediğin dokuz harf. Sayılıyor yani. İçinde derin anlamlar barındırsa da, bir çok düşünüre göre kısa vadede pek bir şey vaad etmiyor bize. Et, tırnak çürür zamanla ilişkisi. 
                 
                Seksen küsür yaşındaki anneannemin bir gün ayağına bakarak söylediği sözler geliyor aklıma ‘’parmağım da iyice çürümüş’’. Her şey gibi anneanne, her şey gibi. İçten dışa her şey. Artık hangisine özen gösterirsen o kalıyor biraz içinde. Biraz daha hatırlamamaya başlıyorsun işte, biraz daha siliniyor anılar. Kalbin de zaten çürümüş istemesen de insanlara dokunmanın yorgunluğundan.

                ‘’Neden?’’ diye sormuştu o gün, ‘’Neden tuttun ellerimi?’’ diye devam ettirmişti üstelik. Gökyüzündeki güneşe aldanıp, eriyip tükenmemek içindi. Sahilde kumdan kalesinin hiç bozulmayacağını zanneden çocuklar içindi. Hem hangi kale yıkılmamış ki dünyada.  Ellerini tutup gözlerine baktıysam, kendi kalelerimize hapsolmadığımızı ispatlamak içindi. Çocukken güneş batana kadar birbirimizden bihaber oynadığımız oyunlar içindi. Kendi sonsuzluğumuz içindi. 

Şimdi düşününce o günkü tad yok tabi. Hatta bazen sinirlenince o gecenin hiç tadının olmadığı geliyor aklıma. Oysa bazı hayaller vardı ki gangsterlik üzerine kurulan. Gizli anarşistler, Bonnie ve Clyde gibi kaçıyorduk her yere. Sonra ‘’durun ulan artık!’’ diyorlardı ellerinde otomatik tüfeklerle. Kahkahalarla ellerimizi havaya kaldırıyorduk. Film bitti. Bunları niye mi yazıyorum, bilmiyorum. Nasıl olsa değişmeyecek hayat. Şunu aklına sok, bu hayat burada yazılanlardan daha kötü, evet. Mucizeler romanlarda ve peygamberlerde kaldı. Farkında olmak, yaşamaktan daha ağır. Gidip saklambaç oynayalım, burger king’in karton bardaklarına votka koyalım.  Her şey kalıpların dışında istersen. Bize öğrettikleri etik kavramları hep bu yüzden ters köşeye yatırıyorum. Bonnie ve Clyde de filmde de, gerçekte de ölüyorlar zaten.

Sonra besleyip büyüttüğümüz hayaletlerimiz, sadece aklımızla gittiğimiz mekanlarımız kaldı. Durup durup göçüyorum olur olmaz yerlere. Zaten yolculuklardan bir şey anlamadım, ne demekse yol, fikirler beyninin köşesindeyse. O zaman işte detaylar giriyor sahneye. Mesela otoban kenarlarındaki evlerde yaşayan insanlar geliyor, apartman boşluğunda sürdürülen hayatlar geliyor. Statüyü beynine sokan sistem geliyor. Alaycı bellek nüksediyor olur olmaz yerlerde. Kimsenin şüphesi olmasın varoluşçuluk önemlidir bu zamanlarda.

          Ne diyorduk? -Sonsuzluk. Kısa vade de aslında o yok, tıpkı insan ömrü gibi.


r.s.k


22 Ağustos 2012 Çarşamba

4 gün

Kimsenin uğramadığı bir otelde sigara paketini elime alırken son sigarama bakıyordum. Senin son gelişini hatırlattı bana sen hala kapıdasındır diye çıkamamıştım evden, sigarasız kalmıştım. Ne olacaksa olsun diyerek rüzgardan koruyarak titrek ellerimle 1 liralık çakmağımın ateşiyle yaktım son sigaramı. Bulunduğum yere en yakın sigaracı 30 km ve benim ehliyetim yok. Otelde yan odadakilerden istedim sigarayı bırakmışlar. Yada öyleymiş gibi yaptılar. Para vermeyince sigara isteyen karanfil sokağındaki küçük peçeteci çocuk geldi aklıma. Vermemiştim ona sigara acaba her şeyin, yalnızlığımın, aldatılmanın , bu hüznün ; kısacası tüm kötü şeylerin sebebi miydi ? Zaten hayatı nefret ettiği , tiksindiği , zaman zaman imrendiği insanlardan para koparmaya çalışarak geçen birinden sigaranı niye esirgersin ki ? Ama bir çocuktu daha . Bir romandaki adam geldi aklıma hayatı ve ailesini reddetmişti umursamıyordu hiç bir şeyi aşklarını, akrabalarını vs... Çalışmıyordu mesela .Reddetmişti maaş almayı. Ama tek dayanamadığı nokta çalışan çocuklardı. Acaba o ne yapardı bu durumda diye merak ettim. Çocuğa oturmasını işaret ettim kafe sahibi yanımıza yaklaşırken .

-Ne satıyorsun?
-bunu ..
- kaça gidiyorsun
- 2
- okumayı öğrendin o zaman ?
- evet
- ne yazıyor orada ? dedim elindeki tek kullanımlık mendillerin olduğu 5li paketi göstererek.
- Mendil dedi. elindeki paketi ters tuttuğunu bile bilmeden .

çünkü o daha çocuktu.

Yatıp uyumaya karar verdim sigarasızlıkla baş etmenin bir yöntemi olarak. Beni aldatanlara karşı aptala yatardım.  Sevenlere karşı ise Kerem'i oynardım.Sonunda yanarak ölmek olsa bile. Bana acıyanlara garibanı oynardım. Sevmeyenlere ise gururlu bir İngiliz kontu olurdum ta ki arkadaşlarımın "sana kız mı yok " diyerek benim geldiğim yeri hatırlatana kadar.

Kahvaltı da haal sigarayı düşünen bağımlı bedenim benim gibi bir çok insanın olmasıyla sende onlar gibisin bunda bir anormallik yok dedirtti bana. Yine güneş batarken ıssız otelde yeni bir güneş doğdu akşama doğru . Nöbeti devralmıştı adete .Hani her zaman tanıyormuşcasına her gün doğan güneş gibi 
 ama bu sefer akşam doğdum der gibi. 
Dünden kalan rakımıza devam ettik babamla. Sazda vardı ama az vardı. Ya da ben duymadım .Göremiyordum. Hissedemiyordum. Sanki Çernobil bir daha patlamıştı ama hemen yanımda . 3-4 sandalye kadar .Cemal Süreyya nın Üvercinkasında bir dize vardır : Kadeh tutuşların geliyor aklıma diye. Şimdi daha iyi anlıyorum onu ne demek istediğini. Aslında şimdi tüm şairleri anlıyorum.Küçük İskender hariç onu zaten anlamadığım için seviyorum ben. 

Kararım kesindi ona oynamayacaktım kimseyi ne keremi ne de diğer yananları çünkü belki kendi hikayemizi yazardık. Çünkü yorulmuştum da tek atımlık kalbim vardı hissediyordum bunu. Çünkü... çünkü Çernobili bilmezsiniz siz anlatamam da.

Hepimizin bildiği ışık kapladı ortalığı. Bildiğin güneş. Doğdu ve battı. O gece ışıksız kaldım . Çünkü balkonumda elime geçen 2 kırmızı paket, lise yıllarında içtiğim sigarama kavuşmuştum. Dedim ya oynamıyorum artık diye. Ben balkonunda sigarasıyla Hakan Günday romanıyla mutlu olan bir adamdım. Hiç bir iddiam  yoktu hayatta. Ama sanırım onu en çok ben sevebilirdim. Ya da kimsenin öpmediği gibi öpebilirdim. 

Dördüncü gün bakamadım gözlerine , bakınca neler olduğunu biliyordum çünkü. İnsan bilmediğinden korkarmış,bok yemişler. İnsan sonunu bildiği şeylerden daha çok korkar. Gidiyordum kimsenin olmadığı oradan . Ama herkesin yerini kaplayabilecek birini görerek. Nasıl bakayım gözlerine. Rüzgar kokusunu estirdi bana doğru onun hiç haberi olmadan. Sonuçları göze alarak çektim içime . Tüm hücrelerime gitsin diye nefesimi tuttum.

Giderken gözlerini aradım her şeye razıydım. Bakacaktım taaa içine kadar. En derine kadar . Korksun benden diye . Çünkü ben çok pis severim. Sevilenler bilir. Ben gözlerine bakmayı göze aldıysam eğer oda bakılınca neler olduğunu anlasın diye.
Otobüsüme binip giderken her şey eskisi kadar hüzünlüydü . Kimseyi sevemediği için hüzünlenen  , onu sevdiği için hüzünlendi...


Pilli bebek - eylül akşamı 


a.u





11 Ağustos 2012 Cumartesi

2- tüm sıradanlıklara küçük bir çuvaldız



Eğer istersen bana ne yaptığını anlat, neler kaçırdığını değil. Modern yolculuğun ve kaybetmek istemediklerine inat, kendini kaybetmeden, sıra dışı sandığın hayatını anlat bana. Belki gülümserim hayal gücü yolculuğuna. Eğer istersen bana yanaştığın, yanına sokulduğun hayatları anlat. Sıfırdan başladığını sandığın deniz kokulu şehrini öv bana. Cafelerinden, restoranlarından bahset. 
Hatta karşılaştığın saf ve dürüst hayatlardan bize de ders çıkar. Sonra belki gözlerimize bakarak utanırız. 

Sen bana biraz yazamadığın, dile getiremediğin anlarını anlat. Belki ben biraz patavatsızlığa dayarım konuyu, açık açık söylerim hatta. Sen aslında içten içe umursar, ama umursamaz davranırsın. Eğer istersen bana olur olmaz yerlerde ağlamalarını anlat. Yalnızlığın ortasındaki çıkmaz dakikalarına belki isim, belki şehir bulmaya çalışırız. Bulaştığın aşkları anlat bana. Onları bana şikâyet et, açıklarından söz et, açlıklarını unutma. Bana onların senle uyuşmazlığını dile getir. Küfret hatta onlara, seni nasıl aldattıklarını, seni nasıl zehirlediklerini, nasıl yalnız bıraktıklarını, seni nasıl özenle anlamadıklarını anlat.

Sonra şanssız ayrılışlarını mukadderat çizgisinden yürüt. ‘’Durup dururken olmamalıydı’’ cümlesini öldür bu arada.

Bana sigaranı anlat. Közünün gözünde canlanmasındaki düşünceni,dumanın boğazında yarattığı acıdan söz et. Ben dinlerim. Bırakman gerektiği söyleyerek bir yalandan öğüt de veririm. Kendini özendirdiğin film karakterlerini anlat bana. Özenip hayalini kurduğun, kendini onlar gibi olduramadığın anların sana kalsın. Haber bültenlerini anlat bana, ırz düşmanlarından, vatan hainlerinden gir arada konulara.
Sen onlara sinirlen.Yorumları düşünme sakın. Yapılan her eyleme, keyfi bir eylemsizlikle cevap verememen sana kalsın.

Alkolün kötülüğünden bahset bana, bağımlılığıma sinirlen. Geleceğim gelsin, göz torbalarım gelsin aklına. Bırak ben sana yorumsuzluğumu anlatayım. Senin durumuna yorumsuzluk hakkımı kullanayım. Belki bana da bir ödül verirler. Hatta sana eşsiz yalnızlıklarımda nasıl başıboş göründüğümü anlatayım. Daha sonra olayları detaylarından yakalamak sana kalsın.

Ben sana düşündüklerimle düşündüklerin arasındaki ayırma saçmalığını düşünmediğimi anlatayım.
Sen bana bir duble hiçlik ısmarla bu arada. Belki bir gün hayatlarımızı tokuştururuz. 

Bence sen hiçbir şey anlatma bana, gerek yok aslında, önce gerçek, sonra boş anlamalara. Bir şeyler birilerinde kalıyor, güneşin altında hiçbir şey değişmiyor ne de olsa.


r. s.k

30 Temmuz 2012 Pazartesi

1- yol şeritleri




‘’Gitmek istemediğin şehirlerden geliyorum geceleri.’’ diyordu bir yazar. Ben ise senin gideceğini önceden biliyordum. İçimden kabullenemesem de, olacaklar olacaktı. Şimdi yere düşen bir çocuğu kollarından tutup kaldırmak gibi içten kabulleniyorum her şeyi ve şimdi aynı yazar yine diyor ki: ‘’Bazen böyle olur her şey üst üste gelir’’.
Biliyorum bu yazı seni pek  memnun etmeyecek, hatta unutacaksın bir süre sonra, başkalarını düşüneceksin, başkaları mıknatıs gibi çekecek seni hayatına. Her şey bir anda olacak ve sen olanlara alışana kadar yıllar üzerine üzerine gelecek.  Belki de soğuk bir odada kendi şansına küseceksin, belki birisi seni çok sevecek, sende ona karşılık vereceksin biraz utanarak. Bunların herhangi bir önemi olmayacak, bambaşka insanların peşinde, yanında olacaksın.
Pencereden dışarı bakacaksın bir gün, bir kar yağışını özlerken ‘’Burası neresi, neredeyim ben?’’ diyerekten. Ben birden adını söyleyeceğim içimden  yanımda başka birisinin ellerini tutuyor olmama rağmen. Duyacaksın ama duyduğunun herhangi bir önemi olmayacak. Biraz daha seveceksin işte o zaman yanında duran, sana değer  veren kişileri. Bir şeyler anlatmaya çalışacaksın onlara bir gün unutacaklarını bilmene rağmen. Bir şey paylaşmayacağız bundan sonra , mesela sen bir sinema filmine sevdiğin bir oyuncuyu izlemek için heyecanla gideceksin, ben seninle olmayacağım. Bir gün öyle bir üzüleceksin ki birkaç dostunla beraber oturup içeceksin ikinci sınıf barların köşesinde hiç kimseye üzüldüğünü belli etmeden. Bir şarkının en can alıcı noktasında , en çok kendinden geçtiği anda, bazı isteklerin aklına gelecek gülüp geçeceksin ‘’ zamanla bunlarda geçecek’’ diye. Hayatında olması gereken insanların başka şehirlerde, başka hayatlarda olduğunu göreceksin, tek başına bir akşam evine dönerken.
            İşte o zaman gittiğin yolların sana bir şey katmadığını, bir kazanın yanından geçerken yol şeritlerini ihlal eden şoförlerden birisinin de kendin olduğunu daha iyi anlayacaksın. Serinlemek için, biraz huzur için gittiğin deniz kıyılarının, bir süre sonra aslında o kadar da güzel olmadığını, her tarafı çatlaklar içinde olan bir sandalın kıyıda sallanmasından anlayacaksın. Herkesin kanserli ciğerlerine biraz daha duman yürüttüğü bir kahvehanenin önünde duracaksın, işte o kahvehane televizyonunu en önde izleyen çocuğu görünce daha iyi anlayacaksın tüm heyecanların saçmalığını.

            Belki bu yüzden unutman gerektiğini, mecbur kaldığın için bazı unutmalara, bende pek sesimi çıkarmadan düşüneceğim senin dünyadaki varoluşunu. Belki ‘’Nasıl olurda unutur ?’’diye bir gün aklından geçireceksin. Konuşmaya ve aramaya cesaretini kaybettikten sonra soğuk bir otobüs camına başını yaslayacaksın. Cama sürtünen yağmur damlalarına,  sende içeriden destek vereceksin gözyaşlarınla. Sonra şoför muavini yine görevini tekrarlayacak otuz dakika mola diyerekten, düşündüklerini unutturacak, rüyalarından uyandıracak seni kim bilir hangi şehrin kenarında. 

r.s.k

29 Temmuz 2012 Pazar

Amele Yanığı

 Ankara'da büyüdüm ben.Tatil bizim için mahallede oynanan sınırsız futbol maçlarından ibaretti. Akşam yemeğine birinin annesi çağırana kadar acıkmadan yorulmadan iki taşın arasından ve kalede kim varsa onun yetişebileceği yükseklikten gol atmaya çalışırdık.Bir gün babam eve geldiğinde haftaya tatile gideceğimizi öğrendim benim için yeni bir şeydi. Çocukken yeni olan her şey gibi bu fikir de bir heyecan katmıştı bana.Her neyse yolculuk başladı.şimdi hatırlamadığım ve adını bir daha kimseden duymadığım bir yere gitmiştik.Babam da amatördü bu konuda belli ki.Ya da bir tasarrufun gerekliliğiydi belkide.Çünkü her apartman dairesinde yaşayan aile gibi tatilimizi de tasarruf ederek yapardık.Gece çıkmıştık yola sabaha nefes alamadığım bir sıcakla karşılaşmıştım. Babam bunun sıcaktan değil nemden olduğunu anlatan kulaktan dolma ama bir o kadar bilimsel bir şeyler anlatıyordu. Saçma gelmişti. Eşyalar çıkarıldı arabadan, odaya yerleşildi. Benim içimdeki heyecan ise çok farklıydı denizi merak ediyordum. Yüzmek istiyordum nasıl olduğunu bilmeden." Boyumu geçmem "diyordum kendi kendime. Ama karşılaştığım durum ise çok garipti .Babam o kadar saat araba kullanmanın getirdiği yorgunlukla :
-bugün dinlenelim ,akşam çarşıyı gezeriz; yarında erkenden sahile gideriz demişti.

                 Annemde tatile gelmenin verdiği huzurla ve babama duyduğu minnetle ne dese onaylıyordu zaten. Hatta babam "dönelim hadi" dese kabul ederdi belki. Akşam oldu çarşıya annemle babam çıktı ben kardeşimin yanında kaldım. Bu sorumluluk hoşuma gitmişti. Seve seve kabul etmiştim. Sorumluluk alınca büyüdüğünü hissediyor insan.Büyüdükçe sorumluluk almak istemiyor. Sabahı iple çekiyordum. Uykum gelmedi. Acıkmadım.Nedeni belkide sıcaktan olabilirdi. Bilmiyorum hangisi daha baskındı. Gözlerimi açtığımda hemen kahvaltıyı bitirip denize gitmek istiyordum. Annem kahvaltıda kurallardan bahsediyordu : 

-Çok uzaklara gitmek yok.Gözümün önünde olacaksın.

-tamam anne ,top aldınız mı?

-al . Güneşte çok kalmak yok.

-tamam anne, şişireyim mi şimdi?

-orda hallederiz , taşımayalım öyle şimdi. Orada satılan şeylerden istemek yok ,ben yanımda meyve getiririm onları yeriz.Satılan şeyler kim bilir nasıl yapılıyor.

- tamam anne , hadi gidelim artık.

                  Büyük buluşma ... Babam çarşıdan aldığı bir şemsiyeyi kuma senelerdir tatile geliyormuş gibi sapladı. Altına da böyle kahverengi bir şeyler serdi üstüne de havluları attık. Artık her şey hazırdı tam üstümü çıkarıp denize doğru yöneldim annem kolumdan sarıldı.

-dur bakim önce kremini sürelim.

Artık bu ritüelden sıkılmıştım .Denize geldik ya , yüzmeye , bırakın beni . bu nası eziyet bari hiç getirmeseydiniz. İşkence gibi "bak bu deniz ama giremezsin"...

-of hadi hızlı anne.

Annem kremi sürerken bir yandan bana kremi cildimin emmesi için en az 1 saat beklemem gerektiği acı haberini verdi.Ritüel iyice uzuyordu. Çöp kutusunu uzaktan süzen bir köpek vardı mahallede yalnız gezerdi . Diğerleri onu aralarına almazlardı .önce bir grup köpek gelir çöpteki değerli şeyleri yerdi.O ise orda beklerdi. Onların karnını doyurmasını.onu hatırladım. Bekledim.15 dk falan sonra heralde emmiştir diyerek kalkmaya yeltendim .Babam : 

-nereye gidiyorsun . 
-denize baba ?
-dur daha anneni duymadın mı ?
-baba emdi işte bak ?
- Oğlum dur dedik ya 
- iyide baba niye ya deniz orda ben burdayım bu kadar beklemek niye niye 
- Büyüyünce anlarsın
- sizde sıkışınca hep aynı laf.
- Ne diyosun oğlum sen otur şuraya
- ...
- Bak her şeyin bir sırası var . iyi kremlenmezsen güneş yakar bütün hafta denize gelemezsin.
- Tamam.

O zaman beni sadece denizden uzak tutmak için uydurulan bu hayat dersini daha şimdileri anlıyorum. Aradan geçen 15 sene sonrasında. Babalar öyledir zaten biraz bilmeseler de her cümlede bir şeyler öğretir.Belki ölürken anlarsınız onları belki hemen ama bir gün mutlaka anlarsınız.
Benim şimdi dinlenmeden ve zamanını beklemeden yaşadığım aşklarımın yorgunluğu ve yanıkları var. Belki çok gözükmezler çünkü üstü kapalıdır. Bazısı içinse amele yanığıdır yaşadıklarım.Dışardan bakınca acır bana yazık der ama gömleğimi çıkarsa hala bana benzeyen bir şeyler kaldığını görecektir.

Şimdi ne zaman aşık olacak gibi olsam o tatil gelir aklıma orada bekleyişimin bana kazandırdıkları bütün hafta denizle olan sınırsız saatlerimi ve o ıslaklığı. Ama bir kere yanınca insan o acıyı çekince bir daha yanmıyor.Benim şimdi öğrendiğim ise bu oldu. Artık istesem de ne kadar beklesem de azıcık güneş gördün mü yanacak her yerim zannediyorum.O korkuyla çıkıyorum gölgemden ama yanmıyor artık bu seferde yanmadığıma üzülüyorum..


A.U