21 Kasım 2012 Çarşamba

5- şeref amca



    Şeref Amca mahallemizin kıdemli şarapçısıydı. Evi iki apartman arasında gizli bir çiftliği andırıyordu. Kiraz, ayva, ceviz, elma ağaçları ve cılız kedileriyle yaşıyordu. Üzerinde yetmişli yıllarından kalma kumaş takımından bozma ceketi ve ispanyol paça pantolonunu derisi olarak kabul etmişti. Yumurta topuk ayakkabısı da delikanlı tavrıydı. Desenli dar gömlekleri ve kovboy şapkasını giyerek evinin önündeki eski koltuğunda oturur bütün gün dışarıyı izler, kendince bir şeyler yapar, şarabını da yanından eksik etmezdi. Hemen yanındaki koltukta ise hatırlamak için çaba sarf etmediği geçmişi ve ağzındaki küfrü oturuyordu. Biz bunu görmezden geliyorduk, ama sık sık kendince bir şeyler mırıldanıyordu.

    Geçimini plastik şişe ve kağıt toplayarak sürdürüyor, sabah çıktığı bu işini akşam bitiriyordu. Bazen hasılatı iyiyse bir kaç gün toplama işine girmiyordu. İnsanoğlunun ilk zamanlarındaki avcı toplayıcı geleneğini o 20 ve 21. yüzyılda kendince gerçekleştiriyordu. Zira bu işi Tbmm’nin yalnızca 4 kilometre ötesinde yapıyordu ki, orası ayrı bir ironi.

    Evini kendi camımdan görebiliyordum. Bahçesinde ateş yakar, şarabını eline alır ve genellikle radyo dinlerdi. Bazen kendi kendine konuşurdu, bazen kedileriyle. O zaman biz taşlarla kale yapıp futbol oynadığımız yaştaydık. Yaptığımız kalelerden birisi onun evinin hemen yirmi metre önündeydi. Gol olunca veya top dışarı çıkınca yüzde doksan onun bahçesine giderdi. Girmek için büyük bir telaşa kapılır, gönüllü olarak birilerimiz izin alarak topu dışarı çıkarırdık. Ya da kafası fazla iyi değilse kendisi bize topu gönderirdi. Eğer sarhoşsa basardı küfrü:

‘’Defolun buradan ibneler başka yerde oynayın.’’

    O olmayınca bizde bunu fırsat bilip bahçesindeki meyveleri toplardık.  Bir kişi erketeye yatar, diğerleri ağaçların ırzına geçer, sonra ganimetler paylaşılırdı.Biz büyüdükçe Şeref Amca’da bize alışmaya başlamıştı. Bizim yanımıza elinde bir avuç cevizle geliyor, konuşmadan bize veriyor ve gidiyordu. Bunu o kadar sık yapmaya başlamıştı ki bizde artık bahçesine girmeyi bıraktık.  Sözleşmeden, aramızda konuşmadan bırakmıştık. Olması gerekenleri kabul eder gibi, o kadar çocuktuk nasıl olduysa sessizce aramızda anlaşmıştık.

    Bir defasında okul dönüşü evinin önünden geçerken ağladığını görmüştüm. Kirli ellerini yüzüne kapatmış, kedisine doğru dönmüş ağlıyordu. ‘’Ne oldu Şeref Amca?’’ dedim. ‘’Minnoş’un boğazını köpek ısırmış’’ dedi yüzüme bile bakmadan. Kedinin boğazını sarmıştı. Sanki kedi bahaneydi o an onun için. İçinden gelmişti sanki, o an, orada kimsenin umurunda olmadan, umursamaz bir şekilde, kendine ağlıyor gibiydi. Bazen en olur olmaz zamanlarda, en olur olmaz yerlerde, bazen okul dönüşünde, bazen tencereyi karıştırırken, bazen televizyon izlerken, bazen ayakkabını bağlarken, o kadar tuhaf bir duygu belirir ki, soyutlarsın kendini eşyadan, insandan, dalar gidersin birden aklına gelenlerin içine. ‘’Sen elinden geleni yapmışsın, zamanla geçer elbet’’dedim. ‘’Siktir git lan, geçer diyor bir de. Ne geçecek, sadece günler geçiyor, zaman geçiyor’’dedi. Yaklaşık bir hafta sonra minnoş öldü, diğer kedilerin yardımıyla onu bahçesine gömdü.

    Bir gün evinde yangın çıkmıştı. Dumanları görünce bütün mahalle sokağa dökülmüştü. Herkesin içini bir korku kaplamış, gözleri dolmuş, itfaiyeyi bekliyordu. Tüm mahalleli  öldü gözüyle bakıyordu Şeref Amca’ya yangına bakarken. İtfaiye geldi yangını söndürmeye. İçeri girdi. Herkes biraz daha yaklaştı eve. Ama o sokağın başından geliyordu. Onu görünce bütün mahalleliyi manik depresif bir ruh hali almıştı, hem şaşırdı herkes, hem güldü, hem sevindi, birden silindi gözyaşları. Sonra herkesten bir kaç eşya girdi evine, evi tekrar kuruldu. Hatta evi bir kaç defa kuruldu şeref amcanın. Bazen emekliliğinden sıkılan aksi komşuları evini belediyeye ‘’çöp ev’’diye şikayet ediyorlardı. Belediye de iki çöp kamyonuyla yanaşıp temizleyip geri gidiyordu. Böyle bir kısır döngü. İnsanı yalnızlıktan ve terk edilmişlikten sonra utandıran son nokta galiba bu olsa gerek. Yıllarca seni sallamayan devlet, ‘’bu ev kokuyor’’ diye aldığı şikayete koşa koşa geliyor ve temizliyor. Devletin ilgilenecek umuru yoksa en azından temizler. Devlet yapamıyorsa, yapacağına inandırır yıllarca, bir gün gelir bakarsın her şeyden vazgeçilmiş, belleğini de temizlemiş gitmiş.  

    Bir maç esnasında bizi yanına çağırmıştı, ‘’Çabuk buraya gelin’’ diyerek. Radyonun sesini sonuna kadar açtı. ‘’Dinleyin’’ dedi. Radyo sunucusu onun adını söylemişti:
‘’Şimdi Şair Şeref .... ‘ten şu şiiri seslendiriyoruz, bizden ayrılmayın.’’ Hepimiz şaşkınlıkla bakmıştık. Sonra şiir bitti. Hepimiz birbirimize baktık aptal aptal, sonra şeref amcaya baktık.
‘’Siz ne anlarsınız amına koyim’’ dedi. Elinin tersiyle hepimizi kovdu bahçesinden. Bizde gidip tekrar top oynamaya devam ettik. Onu anlayacak yaşta değildik, üstelik onun kafasında hiç değildik.

    Şeref Amca’nın bir kaç tane çocuğu olduğu söyleniyordu. Evinden çıkıp artık başka bir hayat sürmesini istiyorlarmış. Daha doğrusu evinden çıkarıp apartman yapmayı planlıyorlarmış. Bir gün yine şeref amcanın kapısına belediye kamyonlarıyla yanaştı. Evinin içindekileri tekrar çıkardı. Sonra Şeref Amca’yı da götürdüler, ağaçları söktüler, evini dozerle yıktılar, bahçesini kazıdılar. Minnoş’un mezarını bile görmediler. Ve yerine altı dairelik teraslı bir apartman diktiler. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, kimse ne olduğunu anlayamadı.

    Sanki kökünden sökülen ağaçlar gibi, geceleri yaktığı ateşler gibi, içtiği şarapları anımsar gibi, bir kaç gün sonra gelip geçmişine uzun uzun baktı. Nefretle, küfürle  baktı orada bıraktığı kırk küsür yıllık geçmişine. Bir kaç hafta sonra kendisi de dayanamadı bu duruma ve öldü. Onu ne o fakir hayatı, ne yalnızlığı, ne de terk edilmişliği ölüme götürmüştü. Sadece kökünden koparılmak sebep olmuştu her şeye. 

    Şimdi ise ne zaman baksam o apartmana, sanki orada yaşayanlar düşmanımmış gibi hissediyorum. Sanki herkes sebep olmuş gibi bu duruma. Orada yaşayan herkes suçlu gibi geliyor nedense. Ne zaman çıksam balkona ağzıma bir dünya küfür geliyor, yutkunup içeri giriyorum tekrar. Yıllar geçti üstünden, minnoşun mezarını biliyorum da onun mezarını bilmiyorum. Bu konuda artık biraz da kendimden utanıyorum. 


r. s. kaya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder