25 Ekim 2014 Cumartesi

19- Kokain

       
        Kavramlarının değişmesi bir şey ifade etmiyor.  Sabahtan bu saate kadar hissedebildiğin hiçbir iletişimde bulunmadın. Cevapların hazırdı. Yürüyeceğin yollar, giyeceğin elbiseler, yiyeceğin yemekler hazırdı. Oysa günün aydınlığına inanıp sabah erkenden uyandığında güzel bir ambalaj olarak dışarı çıktığını da hatırlıyorsun. Geçmişte bazı mutlu anları hatırlamıştın uyandığında. Ama dokunamadın. Dokunamamak seni susturdu. Nasıl bir müzik çalmıştı? Kulağında neler vardı? Hangi şarkılar kalmıştı aklında? Ya da tuşları mı eskimişti çalmak isteyip de çalamadığın bir piyanonun? Neler kayboluyordu? Geride bıraktığın, sana göre ilahi olan şeyleri izliyordun. Sonraları o ilahi benzetmelerin de değişmişti. Saplantılı, hastalıklı olmuştu. Hatta tarif edilemez, dile getirince tatsız bir hale de bürünmüştü.  Bunlar hep sen üzgünken oldu işte. Çocukluğunu, büyümeyi istediğin o anları düşündün sonra. Bir şeylere duyduğun ilk heyecanları. İlk vaatleri, sonunun ne olacağını bilmediğin, bilemeyeceğin düşünceleri. Camdan dışarı  baktın. Camlar tozluydu. Pencereler ise kilitli. Hatta açmaya uğraşamayacak kadar eski ve boyasız. Duvarları beyaz ve çerçevelerle dolu uzun koridorlardan geçtin, merdivenlerden indin ve bir solukta dışarı çıktın.
       Çıplak ayaklarınla uzun çimenlerin üzerine basıp yürürken babasının kolundan öpen kız çocuğu kadar mutlu olduğun anlar geldi aklına. O sıra yine çocukluğunun kötü anları da geldi, başını öne eğip ayaklarını birbirine sürtüp üzüldüğün anlar. Sonra büyüyünce o hallerine de alışacaktın, üzgünken onun yerini tabaktaki yemekle oynamak alacaktı, sonra sonra ağlarken yemek yemeye de alışacaktın. Bir arabesk şarkı dinlediğinde kendini bilmez, tarif edilemez bir iç kırıklığı gibi.  Ve Sevim Burak’ın en iyi arkadaşın olmasını isteyecektin yaklaşık onbeş yıl sonra. Hem güzel, hem savruk, hem derin. Dizlerinin üzerine çöktün elini gezdirdin ıslak çimlerin üzerinde, gözlerin dizlerindeki yara izlerine takıldı. Nasıl olduklarını hatırlamadın. Avuç içini kokladın. Sonra saçlarını düzelttin ve yavaşça ilerledin. Ayak sesleri duydun, ilerledin, ilerledin, yanına geldiler, ilerledin, ilerlediniz, ilerlediniz, ilerledin, ilerledin… ilerlemekten bıkana kadar, tüketebildiğiniz kadar ilerlediniz serin çimlerin üzerinde. Ve gittiler.  Birilerine dokunmaktan avuç içlerin terliydi bu sefer. Üzerindeki kumaşa sildin. Hayatındaki aksiliklerin birbirinin farkında değildi. Bu yüzden seviyordun ilerlemeyi, bu yüzden dokunuşların kusursuzdu, bu yüzden fazla naziktin, gülüyordun, gerçekten hissediyordun ama baş edemiyordun. O huzurlu anlarda, zamanı durdurmak istediğin o mutlu anlarda aynı zamanda bütün bunlarla baş edemediğin için ölmek de istedin.
        Uzun ve yavaş adımlardan sonra  yaşlı bir ağaç buldun. Ağacın ortasında küçük bir delik vardı. Kulağını dayadın, delikten rüzgarın sesi geliyordu, dinledin bir süre, dinledikçe dinlendin. Sonra sende anlattın, her şeyi ama her şeyi oraya fısıldadın: ağacın içine, doğaya. Gözlerin doldu. Dakikalar, saatler sürdü. Islak toprağı avuçladın, küçük deliği çamurla kapattın. Rüzgarın sesi kesildi.  Geri geri yürüyerek, gözlerini ağaçtan ayırmadan uzaklaştın, sonra arkanı döndün ve yaklaşmadın bir daha. Asla açmak istemedin eski cümlelerin manevi mezarlığını. Bir yağmur bekledin sadece o büyük ağacı ayakta tutan, o ağaç istemesen de aklından çıkacak ama unutulmayacak.

     Şimdilik yanımda dur, hava tam gözlerinin beyazına odaklanmalık. Seni tam anlamıyla tanımıyorum, yalnızca aklının birkaç dilimi bana ait, sadece bu kadar. Birazdan her şey bitmiş olacak, sadece tadını çıkaracağız. Sonra seni aldığım yere bırakacağım ve gideceğim, söz veriyorum gideceğim.

rohan s. kaya


6 Ekim 2014 Pazartesi

Hiç bir birikimim olmadı hayatta

Hiç bir birikimim olmadı hayatta.
İnsanları biriktirdiğimi düşündüm çoğu zaman. Yeri geldi onlarda harcandılar türlü olaylarla. Kimisi  bozukluklar misali paslanıp gitti. Değerleri ile mutabık. Kimisi elinin kiri gibi gözüktü. Zaten dünya yeteri kadar kalabalık gözünü açabilene. Geriye dönüp bakınca hayat yeteri kadar anı ile dolu. Daha fazla doldurmaya gerek yok. Bir iki dostun olacak hastalığını ve sağlığını anlatacağın yeterli .Geri kalan herkesle yüzeysel ilişki kuracaksın. Ne kadar önem verirsen o kadar yakındır o kişi seni üzmeye . Ya da senin tarafından üzülmeye. Ne gerek var birbirimizi üzmeye. Engel olamıyoruz ama demi sevmeyi , konuşmayı, paylaşmayı engelleyemiyoruz. Bazen sadece bunun gereksizliğin farkına varan herkese bir tür hatırlatıcı dövme  yaptırılmalı diye düşünüyorum. Olmayan inancım gereği herhangi bir kutsallık altında toplanmak saçma gelirdi. Bunu da çıkarınca geriye  mantıklı bir sebep kalmıyor zaten. Herhangi biriyle konuşmayı güvenmeyi gerektiren. Kutsallıktan söz etmişken , tek bir yer vardı önceleri özel saydığım mana yüklediğim; rakı sofrası - masası ne dersen. O ise müthiş kazıklanma ile final yaptı.
Hiç bir birikimim olmadı hayatta.
Rakı sofraları bile aynı sıradanlığında artık manzara ve insanlar kategorilerine göre. Belli bir süre sonra telefona ya da yanındakine sarılan eller , herkesin içinden uzaklaşmalar ve dalmalar sessizce, mutlaka abartan veya "çok dertli" olduğundan aşırı içen ve bünyesinin reddiyle sonuçlanan insanlar...
Huzurlu ve lebiderya  bir yeri örnek alalım mesela . Boş konuşmalar rakı üzerine , şöyle içilir bunla içilir sonra bu yenir gibi türlü türlü gereksizlikler, hayatın ve hayatının amacını sorgulamaya başlamalar . Evet kutsallık bir rutin gerektirir. Ama bu rutin içinde kişi belli bir aydınlık bulmalı veya bir karanlığın farkına varmalıdır. Burada ise hiç bir şey yok . Aynı oranda kafa yapacak alkolü daya nazogastrikten mideye, uyandır adamı ,rakı içtin sende inandır buna. Başlar anılarını anlatmaya.
Hiç bir birikimim olmadı hayatta. Bir evim yok Gerçi ev kavramı başka bir gerçeklikle varolur ancak ,amaaan neyse 3+1 apartman dairem yok diyelim. . Kiralık yaşadım hep .Bedeller ödedim.
Hiç bir birikimim olmadı hayatta. Anılarım dışında. Onları da istemedim zaten kimse sormadı bana . Alzheimer olana kadar yaşamak zorunda olduğum bu çileyi çekmeyi zaten kabul etmezdim. Çünkü anılar sahiplenildiği için güzel sadece. Güzelliği ve mutluluğuyla unutulmaz olanları al eline hatırladığın her an özlem duyarsın ve geri dönmek istersin , ama yok dönemezsin hayat bu lüksü vermez sana , en azından bilincin açıkken . Kötü olanlar ise zaten can yakar her hatırlandığında . Yani anlayacağın anılar her anlamda kötüdür. Nereden bakarsan bak,  kötüdür. Hayatının şuanki halinden daha iyi olma ihtimalini koyar önüne. Bir insanın neden anı olarak kaldığını hatırlamazsın onu düşünürken. Hep yaşadığın basit mutluluklar gelir aklına . Tamamen sahtekarlık ve yalan dolu olsa bile .
Hayatta tek birikimim anılar onu da istemeden yaptım aslında. Çok sayılmaz o yüzden . Ben saymıyorum.
A .U .

5 Eylül 2014 Cuma

Sonbahar

Bir annenin kızını okula göndermeden önceki,
havaya bakan ihtiyatlı gözleri,
Ve tabi ki olmazsa olmazı sararmış yapraklar
Düşmeye yüz tutmuş...
Bir bankta otururken , okumak
Faili meçhul bir aşkın kazınmış sözlerini
Güneşi görmediğin halde batmasına yakın zamanlarda
Belki üstünde sigara söndürülmüş
Belki çoktan bitmiş bir aşkın başladığı
Herhangi bir suya yakın bir bankta.
Mevsimin her an yağmur yağabilme ihtimali de güzel tabi
Yaprağın her an düşebilme ihtimali de.
Herşeyiyle bir mevsim sonbahar.
Hüznün , aşkın, ayrılığın ve kavuşmanın da
Herşeyiyle sevmenin de.


28 Haziran 2014 Cumartesi

18-daha hızlı sür


    Uzun bir otobüs yolculuğunda bir çeşmenin yanından geçerken, ‘’burada durun, nolur durun’’ diyerek ağzınla jilet gibi kestin sessizliği. Uyuyanlar uyandı. Şoför frene asıldı. Ardından burnuna gelen yanık lastik kokusu. Hızlıca ayakkabılarını çıkarıp çeşmeye koştun. Oturmaktan dizlerin uyuşmuştu. Başını suyun altına soktun. Buz gibi su, aklını, beynini, düşüncelerini uyuşturana kadar durumu bozmadın. Başını kaldırdığında derin bir nefes aldın, arkanı döndün herkes sana bakıyordu. Yerine oturdun. Kimse bir şey demedi. Başını çevirdi. Yalnızca çocuklar gözünü ayıramadı. Çığlığının etkisi onları seni izlemeye devam ettiriyordu. Bir gün onların da büyüyüp izlemeyi, şaşırmayı bırakacaklarını düşündün. Otobüsün camına ıslak saçlarını dayadın. Hiçbir şeye dayanamadın. Ta ki denizi görünceye kadar. Artık daha sakindin. 

    Ağaçlar hışırdıyor. Suyun sesi aynı tempoda. Bir hipnoz madalyonunu gözlerinle takip eder gibi bakıyorsun suyun sahile vuruşunu. Canlı olan, teninden aşağı doğru inen damlalar ve boynuna dolanan rüzgar. Her şey çok yavaş. Hızlı hızlı koşmak istiyorsun. Hemen kaybolmak. Hemen unutmak. Bunları hemen aklında başarmak. Aklına geldiğinde o zehirli lokma, parmaklarınla masayı tıkırdatıyorsun ve hala güçlüsün öyle değil mi? Kendine buna inandırdığın için bir şey yapmıyorsun, gardını düşürmüyorsun. Kokuları tanıdık, ama gerçekten yabancılar. Konuşamıyorsun öyle değil mi? Arada bir şeyleri özleyerek kendini dibe çekiyorsun. Ama gücün yetmiyor, bırakıyorsun. Akıntısız, belki biraz balçık, bataklık. Orta derece. Anlamsız, cevapsız, niteliksiz.  Sonra gülüyorsun. Direksiyonu aniden sağa kırıp kontrolü kaybetmene, önüne gelen her şeye çarpıp yok edince gözlerini kapatıp ön camdan fırlama ihtimaline neden olmayı düşünürken de çok gülmüştün. Çünkü başındakileri atabilmen güçtü. Dudaklarının kanın ıslaklığına ihtiyacı vardı. Şimdi biraz daha hızlı sür şu arabayı.

    Yolun başlangıcı. Otobüsten çoktan indin. Sahilleri bitirdin. Bir arabanın içinde gidiyoruz, şimdilik nereye bilmiyoruz. Bu yol, bu hız gerekli.

    Bundan önce bütün yazlar güzeldi. Yaz mevsimi sarhoşluğu altında, çikolatalı pastalar yapardın, pastanın üzerindeki yazı mükemmel olmadığı için delirirdin.  Başları dimdik papatyalar alırdı sana mükemmeldi. Tüm bunlar yüzünden terk ettin. Güzel oldukları için, olmaya çalıştıkları için. Şampanya patlatma kıvamına geldikleri için. Hatta o şampanya etrafa saçılırken, bardağı taşırmamak için minimalist hesaplar yaptığını görünce terk ettin. Jelatinlere sarılmış çiçekler aldığı için terk ettin. Tabi bu onun farkında değildi. Hiçbiri farkında değildi. Terapisti bile terk ettin.

    Doktorun odasında buz dağı gibi oturuyordun. Belki inanmadığından, belki hemen rengini belli etmemekten çekindiğin için. Hamleyi karşıdan bekliyordun. Kendinden emindin. Tırnaklarının boyu hiç eşit değildi. Eğer eşit olsaydı o gün terapiste gelmeyecek duvara saplayacaktın. Olmadı. Dişlerini sıktın. Sen ağlamazsın. En fazla 10 saniye. Sigara. Evet, evet sigarayı çok seversin. Ama gece yarısı haberlerinde yabancı bir ülkede bir katliam izlemiştin. Mutsuz bir günündü. Ölenler arasında masum insanları görünce saatlerce ağlamıştın. Tüm biriktirdiklerin dökülmüştü gözlerinden yanaklarına. Ama katliam yapan çocukta haklıydı. Senin kafan karışıktı.
    Doktor onlara ‘’Bu sene böyle devam eder, bir şey beklemeyin’’ demişti. Çirkin el yazısıyla affektif psikoz yazıyordu. Çok merak etmiştin o an. Seni ilk defa birisi reçeteye tanımlamıştı. Ama sadece o an merak ettin. Hala anlamını öğrenemedin değil mi? Hala sonucunu bildiğin şeylere girmeye tenezzül ediyor musun? Hala bir şeylere inanıyor musun?


    Şimdi her şeyi bırak. Arabayı daha hızlı sür. Asfalt dümdüz. Geri topla açılan yerlerini, kabuğunun içine tık. Ve daha hızlı sür şu arabayı. Rüzgar yüzüme vurdukça yorgunluğumla uyumak istiyorum. Daha soğuk bir çeşme bulana kadar, güneş batana kadar sür şunu. Sonra gideceğim, söz veriyorum gideceğim. 

r.serhatkaya

9 Mayıs 2014 Cuma

Ben ,O ve Libya'lının Mutluluğu

-Nasıl beğendin mi ?
-Yani güzel.
-Yani ? 
-Ya içim karardı böyle hep mutsuzluk hep aldatılma falan.
- Mutlu olduğum zamanları mı yazsaydım ? 
- Evet olabilirdi, aşkın güzel yanlarını yada hayata çift elle sarılmalı falan... Ne bileyim. Seni tanıyorum çünkü bu kadar mutsuz bir adam değilsin . 
- Haklısın ona bir sözüm yok ancak mutlu olduğun anları yazmak bir gösteriş gibi geliyor daha çok . Nispet yapmak gibi .
- Ne kadar hastalıklı bir düşünce . 
- Bir o kadar da doğru ama . Mutsuzluk hepimizin hayatının bir parçası ama mutluluk daha anlık ve daha ulaşılmaz değil mi ? 
- Neyse oturmuş neleri konuşuyoruz burada . Benim gitmem lazım.
- Yeni yazdıklarıma da bakacak mısın ? 
- Eğer mutluluğu anlatacaksan okurum. Ama şimdi gitmem lazım .

Ve gitmişti. Arkasından odasının kapısını kapatmıştı. Hiç cam olmayan kapılar var ya onlardandı. Artık iyice artmıştı sayısı gitmelerinin ve her zaman kendisi olarak dönmüyordu. Bu tedavi dedikleri sanırım yavaş yavaş etkili olmuştu. Odama geri döndüm bende. Komşu yatakta Sedat abi yine uyuyordu. Günün 23 saatini uyuyarak geçiriyordu . Hiç sesini duyduğumu hatırlamıyorum. Sigara da içmezdi. Uyanık olduğu bir, bir buçuk saat içinde de zaten camlı odaya giderdi. Sonra geri gelir yatağa usulca girer. Işık açıksa ışığa yavaşça bir bakış atardı, rahatsız olduğunu belirtir bir şekilde. Yorganını çekerdi nefes alacak yer bile bırakmadan. Tüm dünyadan izole olmuştu artık. Bir yorgandan kalkan yapabiliyordu. Her şeyden herkesten uzaklaşıyordu. Normalde benimle beraber kalan arkadaşların tüm hayat hikayelerini bilirdim. Bir nevi buranın rütbelisi sayılırdım. Yeni gelenleri hep yanıma yatırırlardı. Alışma süreçlerinin benimle geçirsinler diye.  Bende herkes ile iyi anlaşırdım. Bir tek Libya'dan gelen dışında.Adını bile söylemedi bana. Ama hakkında her şeyi biliyordum. Bazen bana emirler veriyordu. En nefret ettiğim özelliğiydi zaten. İlaçlarını alma, boşver onunla konuşma gibi. Bazen çok fena küfür ediyordu, önüne gelen herkese, kimse bir şey demiyordu ama ona , nedense. Bizim oynadığımız oyunlara daha dahil olmuyor ama sürekli yanımda durup saçma saçma yorumlar yapıyordu. Bazen mantıklı şeylerde söylüyordu tabi. Ama hiç bir zaman onun hakkında konuşmuyordu. Sanırım biraz olsun ona gösterdiğim ilginin farkındaydı ve saygı duyuyordu buna. 
Mavi kaplı ajandamı çıkardım ve kalemimi. Düşünmeye başladım; mutluluk , mutlu olduğum anlar , mutlu olmak için yapılanlar vs... Yok hiçbir şey gelmedi aklıma. Yan odada kalan Adile vardı ona sormayı düşündüm.Hep mutluydu o . Rengarenk giyinirdi. Beni de severdi hem. Kalktım koridorda yanına doğru giderken Libyalı çıktı karşıma yine. Ağzında sigara. Sigara içmek koridorda yasaktı ama ona kimse bir şey demiyordu . Sanırım devlet ajanı falandı ya da çok korkuyorlardı ondan. Ben hiç korkmuyordum ama .
- Boşver o salağı dinleyip ne yapacaksın,
- Ya çekil sanane . Hem öyle deme Adile benim arkadaşım. 
- Oğlum sen salak mısın ya önceki arkadaşım dediklerini görmedin mi sana ne yaptılar ? 

Bir şey diyemedim. Haklıydı. 

-Adile'ye bir şey sormam lazım. 
- Mutluluk mu ?
- Evet sen nereden biliyorsun ?
- Odada sayıklıyordun ya .
- neyse çekil önümden .
- Onu mutlu mu zannediyorsun? Numara yapıyor o buradan çıkmak için. Sonra gidecek yine önüne gelen ile yatacak. Bildiğin orospu lan o. 
- SUSSSSSSSS !!!!!! Çok yüksek çıkmıştı sesim . Koridordakilerin hepsi bana bakmıştı. Beyazlar içindeki birkaç hasta bakıcı ve hemşire bana yönelmişti. Onlara döndüm ; 
- Tamam , tamam özür dilerim .
Koridor boşaldı yinede ben, Libyalı ve İri yarı Hasta bakıcı kaldık. Hasta bakıcı baya uzaktaydı ama.
Çok sinirlenmiştim Libyalı da farkındaydı bunun. Kontrol ettim kendimi. Mutluluk dedim içimden. Mutluluk yazmam lazım.
- Senin, benim ve burada ki herkes için mutluluk sadece o yaptıkları iğnelerin içine saklı . Yoksa bizi burada niye tutsunlar ??? Mutluluk burada değil dışarıda olsa şu ilerde ki parmaklıklı kapı niye var zannediyorsun. Peki dışarı ile buranın farkı ne ha !! Sadece o iğneler ve ağzına soktukları ve yuttuğunda emin oldukları o haplar dışında? 
- Lütfen sus ve çekil önümden. (daha sessizdim bu kez ) 
- Benim susmam neyi değiştirecek ?
Buradan sonra konuşmaya devam etti ancak ilerden o geliyordu. Tedavisi bitmişti sanırım . 
- Ona bakıyorsun demi beni dinlemiyorsun .
 El salladım. Karşılık vermedi .Seslendim yine karşılık vermedi .
- Bak işte ne dedim sana . 
- Sen karışma bak .
- Dedim ya susmam hiç bir şeyi değiştirmeyecek . Bak sen bir hiçsin kimsenin umurunda falan değilsin .Oda sadece zaman geçirdi seninle. 
- Yeter artık , yeter seni çekmem mi lazım . Defol git buradan amınakoduğumun çocuğu . Pezevenk herif .Siktir git tekrar Libya'ya. Bu sefer ilk seferden daha çok bağırmıştım . Hasta bakıcı ve hemşireler bana doğru yönelmişti. Sakin olmam lazımdı .Ama o hala karşımda bana bakıp sırıtıyordu. Dayanamadım , dayanmak istemedim.
- Burada bekle geliyorum şimdi .Şerefsizin çocuğu . 
- Tamam tamam buradayım kalemini defterini alda gel .

Yatağın altından kalemimi aldım . Büyük bir hızla koşmaya başladım libyalının üstüne. Koridorda durdular beni . Kollarımdan ve bacaklarımdan tuttular. Direndim. Küçük bir yanma hissettim sonra. Direnmeye devam ettim .Sonra bir yanma daha uyluğumun ön yüzünde . Sonra direnemedim, her yerim uyuştu yavaşça ve bıraktım kendimi. 

Uyandığımda , her şey aynıydı Sedat abi yorganın altında. Libyalı camın kenarında. Başka kimse yoktu . Uyuduğum süre boyunca mutluluk ile ilgili rüyalar gördüm.Ne yazacağıma karar verdim. Ama önce onu görmem gerekiyordu. Yok yok önce yazıp sonra onu göstermem gerekiyordu. Kalemimi bulamadım. 
Almışlardı. Hemşirenin yanına gittim. Rica ettim. Yanında yazmama izin verdi. Dedim ya rütbeliyim. Küçük bir kağıt parçasına bir şeyler karaladım. Teşekkür ettim. Hemşire bir şey demedi .Gazetesine döndü. Okuduğu yere gözüm takıldı. Ev ilanlarına bakıyordu. Onun adına mutlu oldum. Muhtemelen evleniyordu. 
Ama o ,o kadar da mutlu gözükmüyordu. 
Her şeyi düşünmeyi bıraktım hızlıca odasına gittim. Kapı yarılanmıştı. Hafifçe vurup odaya girdim. Kesin çok beğenecekti bu yazımı. Hem bu daha karalama gibiydi beğenmezse yenisini yazar getirirdim.  
İçerisi bomboştu ,gitmişti. Hemşireler dün son gün tedavisini aldı , babası aldı götürdü dedi. 
Sakin kalmam lazımdı. Sakin olmalıydım. Libyalı da sesini çıkarmadı. Odama gittim . Elimde üstünde onu anlatan bir notla kalmıştım. Bana mutluluğu anlatan bir şey yaz diyen kadına onu anlatan bir not yazmıştım. Bence çok romantikti en azından o anlık için. Şimdi ise çok çocukça geliyordu. Kağıdı buruşturup çöpe attım. Odama gittim. Libyalı haklıydı. Kimsenin umurunda değildim. Sedat abi gibi yattım o gün ve ondan sonra. İyileştin dediler saldılar beni bir hafta sonra. Anlaşılan Sedat abiyi hasta yapan hareketler beni iyi yapan şeylermiş. 
Çıkar çıkmaz bir et dürüm döner yedim. Eti bol. İki de ayran içtim. Üstüne bir çay içtim kahvenin birinde ,sigaranın en kalitelisi ile. Sonra kalacak bir otel buldum. Küçük bir odada sadece yatak ve lavabo birde masa vardı. Pazardan aldığım kalın ipi, yine yeni aldığım çamaşır telinin etrafına doladım güzelce. Yukarıdaki lambayı söktüm. Masa lambasını açtım. Boynumu geçirdim ipe. Sonra altımdaki banyo taburesini itekledim. 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

17-karaya vurmuş balinalar


Seni hatırlıyorum, seni görmeden yıllar önce tanımıştım seni. O zaman saçlarım uzundu. Bir canavara dönüşmemek için dolunaydan kaçıyordum. Cafe’de bir masada oturuyordun. Cilalı masayı parmak izlerinle kirlettin. Sen bunları bir kabus olarak görüyorsun. Ben ise bir Fransızın sahnesinde kendini hikayeleştirmeye çalışması gibi görüyorum. Sanki aniden toz olacaksın ve hikayen bitecek.Elindeki fotoğrafa bakıyorsun ve sanki gökyüzünü yükselecekmiş gibi kollarını yukarı kaldırıyorsun. Bu hoşuna gidiyor, gülümsüyorsun. Bu gülümsemeyi biliyorum. Saçların yanaklarını göstermeyecek kadar uzun, masanın üzerine dağılıyor. Fark edemediğin kadar zarifsin, ama iddia ettiğin kadar kadın değilsin.


Seni hatırlıyorum. O zaman saçların kısaydı. Sırtında bir çanta vardı. Kalabalığın ortasında etrafına bakarak yürüyordun. Kulağındaki kulaklıkta Joe Satriani çalıyordu. Sadece insanları görmek istiyordun. Duymak değil. Hong Kong’un ara sokaklarında köpek etlerine inen satırları görüp şaşkınlıkla bakıyordun. Fotoğraf makineni çıkardın, kasap sana çizgi gözleriyle gülümsedi. Sen gülemedin. Onlar için uzun yaşam ve proteindi. Aklına oturduğun mahalledeki sokak köpekleri geldi. Bir an duraksadın. Herkes sana bakmaya başladı. Kalabalığın içinden hızlı adımlarla otele geri döndün. Otelin parlak zemini seni rahatlattı. Kulağında Evgeni Grinko’nun Vals’i çalıyordu ve sen hemen oradan gitmeye karar verdin. Bir yerde fazlasıyla durmak bilmediğin bir sebepten dolayı canını sıkıyordu. Gözlerin aynı olana bir türlü alışamıyordu.

Seni hatırlıyorum. Ara sokakta bir kaldırımda oturmuş sigara içiyordun. O zaman Bern sokakları güzelliğiyle seni yutmuş gibiydi. Ayakkabılarını çıkarıp ayağa kalktın ve yol boyunca Aare nehrine kadar yürüdün. Nehire giren yaşlıların mutluluğuna tebessümle baktın. Onlar da sana el salladılar. Nehre daha dikkatli baktın. Yüzmek istedin ama vücudun yaşlıların ki kadar soğuk değildi. Bir an bir tanesinin boğulabileceği bile aklına geldi ama o huzurlu yerde öyle bir ölümün bile huzurlu olduğunu düşündün. Suyun kenarına iyice yaklaşıp çiçek desenli eteğini topladın, oturdun ve ayaklarını içine soktun. Uzanıp gökyüzüne baktın, baharın uyumuna, mavi ve yeşilin arasındaki o ince çizgiye, ve tahta evlere. Orada bir tanesinde yaşama isteğini içinde gezdirdin.

Seni hatırlıyorum. Sibirya ekspresine binip binlerce kilometre kaçırılmak istiyorsun. Diğer vagonda keman sesleri geliyor. Ve önünde Baykal Gölü. Tren duruyor ve dışarı çıkar çıkmaz öksürmeye başlıyorsun. Oksijen nikotinli ciğerlerini dilim dilim kesiyor. Uzun uzun bakıyorsun gölün etrafına. Su kendini izletiyor. Uzakta olmak, yakında düşünmekten daha doğru diye düşünüyorsun. Burnun akıyor, gözlerinin içi üşüyor ama aldırmıyorsun. Ağlamaya başlıyorsun bu uzaklığın ve soğuğun üzerine. Nedensiz. Sonuçsuz. Kimsesiz. Bu sefer gözyaşların üşüyor. Eldivenin içindeki ellerin üşüyor. Dokunmuyorsun. Tanışmak isteyen meraklı gözlere meraksız bakıyorsun.


Artık hareket edemezsin. Onlar için ileri gidemezsin. Kendi kendini yasaklattın. Seyretmek lanetin oldu. Vücudunu dayadığın her şey biraz daha çürüdü. Kayalar birbirinden ayrıldı, taşlar ufalandı. Kum gibisin. Milyonlarca. Milyarlarca. Zarar görmüyorsun. Bulaşıp gidiyorsun. Yalnızca dekoru değiştirdin, durumu değil. Şimdi kitaplar karıştırıyorsun güçsüz güneşler altında, etrafı seçmeden gözlerinle duygularınla çeviriyorsun başını sağa sola. Yaşadığını hissetmen için kelimelere ihtiyacın var.  Zaman çok geç, parmaklıkları büküp çıkamazsın. Böylede devam edemez. Ama ilginç bir şekilde devam ediyorsun. Hiçbir şey olmuyor. İleri gidemiyorsun. Geriye dönemiyorsun. Aklın dümdüz bir ova gibi. Ama ileride Çingenelerin dans ettiği bir ova. Gülümsemenin bir süre sonra acı verdiğini, uyumu başaramayacağını düşünüyorsun. Aklının içindeki harekete, düşüncelere hayat yetmiyor. Bu yüzden bir şeylerle uğraşamıyorsun. İçeridesin hep. Bezen kemiğin yokmuş gibi yatıyorsun. Ama dışarıda da bir şey olmuyor. Kabullenmen gerekiyor. Sonun tonlarca su yutup okyanuslar geçen ve daha sonra sahile vuran bir balinadan farklı olmayacak. 

r.serhat kaya

20 Nisan 2014 Pazar

16- anahtarlarını unutma


Yeşil kadife koltuğun üzerinde, dizlerini karnına çekmiş, sol kolunun üzerinde uyuyordu. Kucağındaki kitap yere düşmüştü. Farkında değildi. Okuduğu kitabı yerden alıp masanın üzerine koydum. Koltukta uyumak bir nevi bilinçli şekilde bayılmak. Üzerimdeki hırkayı çıkarıp üzerine örtüyordum ki birden gözlerini açtı, tekrar dirilmiş gibiydi.


 ‘’İnsan rüyalarında ne kadar yalnız ve bu yalnızlığı ne kadar çaresiz hissettiriyor kendini. Uyurken üşümek bu olsa gerek.''

Ama uyanmıştı ve hala üşüyordu. Yemek yemek isteyip istemediğini sordum. Fark etmez diye mırıldandı. Ayağa kalktı ve yavaş yavaş aynanın önünde doğru yürüdü. 

‘’Biliyor musun, sabah ağlarken aynanın karşısında kendimi izlediğimi fark ettiğim için bir an kendime delirip delirmediğimi sordum, sonra birden üzüntüm sakinledi. İnsan kendisiyle böyle yüzleşmeli.’’

Üzerindeki t-shirt küçük geliyordu, eşofmanı mavi renkti. Sigarasının bittiğini fark etti. Bende de yoktu. Ve kollarında iğne izleri. -Bebeğim sigara almaya gider misin? Yanına da ekmek alırsın? Masadaki kitabı aldı. Hangi sayfada kaldığını hatırlamaya çalışıyordu. Sayfa sayfa aradı ve sesli okumaya başladı.

‘’Böylesi bir duyguyu anlatmama olanak yok. Karşıma çıkan her şey yetersiz. Soluduğum her şey yetersiz. Dalgalar, adalar, mekanlar, sevgiler yetersiz. Suların tadı yetersiz. Günlerin uzunluğu yetersiz. Haftanın günleri yetersiz. ‘’ *

Sonra  elindeki kitabı tekrar masanın üzerine koydu. Bana döndü.

‘’Şimdi aklıma geldi de, yıllar sonra onunla tekrar karşılaştığımızda her şeyi alelacele ona anlatmaya, onun sevdiği şeylere daha fazla yakınlık duyduğumu ispatlamaya çalışıyordum. Hızlı hızlı, Her şeyi o kadar hızlı onun için yaptığımı ispatlamak istiyordum ki her şey yine birbirine girmişti. Ama içimde asla ona dair hiçbir şey kalmamıştı, hatta hiçbir şey hissetmiyordum. Yalnızca konuşuyordum. Sonra bir sessizlik oldu. Hissedemediklerimin üstüme bindiği bir sessizlik. Bizim resmimizi yapmak için bir ressam karşımızda oturuyormuş da, sanki bizde onun için bir model olarak sandalyede yerlerimizi almışız gibiydi. Sonra kendimi ona değil şırıngaya bağladım. Kendime kızmıyor değilim. Kendimden artık eskisi kadar emin de değilim. ‘’

Acımıyor, tepki vermiyor, merak etmiyor, sinirlenmiyor, acelesi yok, çok çok yavaş kıpırdanıyor. Elinde plastik saplı bıçağı tutarken diğer elinin parmak uçlarını kesmek geliyor aklına, parça parça kendinden çıkıyordu, elindeki plastik saplı bıçak yere düştü üzerinde domates parçacıkları. Ambulans deliren insanları kurtarmaya sirenleri çalarak, yolları ikiye ayırarak gelmiyordu. Herkes içten içe çığlık çığlığa. İstemeyerek geçiyordu hayatından, ülkenin yavanlığından ve sıradan insanların hapsolduğu boşluktan. Ama ülkenin tam ortasından derin bir fay hattı kadar tehlikeli, felaket yüklü insanlar da geçiyordu. İçeride yaşayanları o derin çatlaklara iterek hem de. Şimdi beni bir sinemaya götür, belki yarısında çıkarız. Sonra birden yağmur yağar. Sonra birden güneş açar. Belki de bunların hepsi berbat bir edebiyat halidir. Çünkü herkes eninde sonunda cebinden anahtarlarını çıkarıyor ve o gün ne gördüyse, ne konuştuysa unutmak istercesine kendi duvarlarının içine çekiliyor.

‘’-Sadece sigara ve ekmek mi alayım?’’ 


‘’-Evet. Anahtarlarını unutma.’’


r.serhat kaya

* tezer özlü/yaşamın ucuna yolculuk 


9 Nisan 2014 Çarşamba

15-bembeyaz hikaye



     Sabahları genellikle ondan önce uyanıyordum. Ve bazen onu uyandırmadan salondaki balkon kapısını açıp, sandalyeyi kapının önüne koyuyor, bir sigara yakıp sabah erkenden kimsenin geçmediği sokağı izliyordum. O sessizliği, kuşların diri seslerini ve sigaranın çıtırdayan ateşini dinlemek bana huzur veriyordu. Sonra onun sessizce gelen ayakları ve boynuma sarıldıktan sonra hiçbir şey demeden öpmesi. Hiçbir sevginin biçimi ve getirisini konuşmazdık. Tanımların asla zihnimize ulaşmadığı, yanımıza almadığımız yasaklı kelimeler vardı. Çünkü ben ona hayrandım. Sadece baktığı an belli olan ve onun hareketlerinin, düşüncelerinin doğruluğunun aklında yarattığı çekici gerçekçilik. Yanımda ağlarken dahi çok garip bir zarifliğe bürünür ve ben o garip zarifliği sonuna kadar izlerdim. Bu kadar güler yüzlü, hareketli ve aynı zamanda bu kadar dibe giren birisinin kendini çok ciddi bir biçimde su yüzüne çıkarıp kıyıya yavaşça bırakması beni gerçekten hayran dolu bir şaşkınlık içinde bırakıyordu. Önce annesinin hastalığı ve daha sonra ölümü. Her şeyin bir anda elinden kayıp gitmesi. Okuldaki başarısının altında yatan gizli tek başınalığı, arkadaşlarıyla daima güzel olan ilişkileri, ama eski sevgilisi tarafından alışkanlığın üzerine eklenmiş bir vefa duygusunun onu bilemediği bir belirsizliğe sürüklemesi de vardı. Ve bir çocuğa sarıldığında, ki bu durum sanki yıllardır çocuğunu görmeyen bir anneninki kadar tutkuluydu. Bütün vücut hatları değişir ve o çocuğu hemen sahiplenirdi. Her şeyi doya doya yaşayan ve hiçbir duygusundan pişman olmayan bir insan. Sık sık ‘’Naber oğlum? Yine kafanı hangi bomba uçurdu?’’ diye bana tebessümle saldırırdı. Bir gün A Bout de Souffle filmindeki umarsız Patricia oluyor, bir gün Rear Window filmindeki çekici Lisa olup tüm parçalarını tamamlıyordu. Ve bu düzenin bir sonu vardı elbet. Yarın için her şey belirsizdir. Hayallerin uçuşun ortasında birden düşmesi de vardır. Bir hafta önce, odada tek başına kulaklığını takmış müzik dinliyordu. Daha sonra uyuyakalmıştı. Birkaç gün böyle içine çekilmişti. Müziği hissederek yaşıyor ve onunla donduruyordu hayatını. İki gün önce, Perşembe günü, odadan içeri girdiğimde gözleri bulanık bir şekilde bana gülümsedi. Tırnaklarının kenarını kanar halde gördüm. Gizledi hemen. ‘’Ne dinliyorsun?’’ dedim. Cevap vermeden sarıldı. Kucağımda gözlerini kapattı ve uzun süre böyle kaldık. Uyuyakaldı. Sonra kulaklığı çıkardım ve dinlediği şarkılara baktım. Sadece iki şarkı vardı. Birisi Flört grubunun Özledim şarkısıydı. Hemen kapattım, başını yastığa koydum. Üzerini örttüm ve dışarı çıktım. Annesinin durumu gizlice aklına geliyordu ve bu onun için gizli bir işkenceye dönüşüyordu. Bunu biliyordum. Bu durumu hissettirmemek için adete savaşıyordu. Oysa ben hissettirsin istiyordum. Tüm gücüyle bu acıyı yanımda çıkarsın. Doğursun istiyordum. Nasıl ki onu sevinçli bir şekilde görüyorsam, üzüntülü bir şekilde de görmek ona olan duygularımda herhangi bir değişikliğe neden olmayacaktı. Ama bunu yapmıyordu. Tek başına o kadar çok şeyle başa çıkmıştı ve bu duruma o kadar çok alışmıştı ki, benim istediklerim neredeyse imkansızdı. Ve bu durum bana yabancılık hissi uyandırıyordu.


     Dün akşam dışarı çıktık. Vitrinlere baktık. Beğendiğimiz bir şeyler varsa dahi birbirimize söylemedik. Sanki aramızda bir anlaşma yapmıştık. Konuşmaktan yorulmak istemiyor gibiydik. Bir mağazaya girdi. Bana dışarıda beklememi söyledi. Kapının önündeki banka oturdum. Yaklaşık on beş dakika sonra elinde bir kağıtla dışarı çıktı. Yarın elbisesini öğleden sonra alabileceğini söylemişler. 


     Bugün sabah yatakta sanki perdenin arkasında saklanıyorduk. Perdeyi sonuna kadar açtım. Pencereyi araladım. İçeri gittim ve yine balkonun önüne oturdum. Temiz havanın üzerine sigara dumanını bıraktım. Toz bulutu gibi kapı aralığını doldurdu. Sonra beraber kahvaltı yaptık. Arkadaşımızın nikahına gitmek için dolaptan giyecek bir şeyler baktım. O da elbisesini almak için dışarı çıktı. Yaklaşık bir saat sonra eve geldi. Odaya girdi. O kadar sevinçliydi ki elbisesini giymesi için onu yalnız bıraktım. Odadan dışarı çıktı. O beyaz elbise ile evin içerisinde bir hayalet gibi süzülüyordu. Elbisesinin boyu diz kapaklarına kadardı. Bembeyaz omuzları oldukça dikkatimi çekti. Oturdum ve onu izledim. Bir şeylere hazırlanması bana huzur veriyordu. Bir şeylere hazırlanmak bir nevi yaşamı hissederek devam ettirmektir. Oteldeki nikah salonuna girdiğimizde herkes ona bakıyordu. Otelin dekoruyla bir uyum içindeydi. Herkes göz ucuyla onu izliyordu. Şaşırarak. Küçük dünyalarında şaşırabiliyorlardı. Bizim küçük dünyamızda ise tüm evren vardı. Yenilik yok. Şaşkınlık yok. Ne de olsa ulu orta kahkahalarımız da vardı. Tırnaklarını o gün kanattığındaki gibi, daha sonra ağzı ve dudakları kendi kanıyla sırılsıklam olacağını bilse dahi, o kahkahayı basardı. Çünkü tüm başkaldırımızı gülmeye indirgemiştik. Yoksa her şeyin gülünç olmadığını biz de biliyorduk. Törenden sonra gece kulübüne gittik. Kolumdan tutup sahneye çekti. Ayakkabılarını köşeye çıkardı. İnce bilekleriyle boşlukta kendinden geçercesine dans etti. Hem gülüyor hem de kendine özgü figürlerle dans ediyordu. Sanki hiç vakti yokmuş gibi. Herkes bu acele dansımızı görünce kıskanarak bizi gözleriyle tebrik ediyordu. Sanki beyinlerimiz buhar olmuştu. Işık alkolün etkisiyle daha da parlıyordu.Ayakkabılarını yerden kucağına aldı. Bende onu kucağıma aldım. Gözbebekleri büyüyen insanların arasından yavaşça dışarı çıktık. 
     Apartman kapısından içeri girdiğimizde kucağımda yarı baygın bir haldeydi. Kollarını boynuma dolamıştı. Eve girdik ve onu koltuğa yatırdım. Ceketimi ve gömleğimi çıkardım. Beni izliyordu. Ağlamaya başladı. Bende kahve yapıp geleceğimi söyledim. Kahveyi getirdiğimde hala ağladığını gördüm. Üzerindeki kumaş parçasıyla oynuyordu. Çünkü elbise değerini kaybetmişti. Yorgun günün ardından özenle üzerimize geçirdiğimiz o kumaş parçaları, günün yorgunluğuyla üzerimizde sadece asılı duruyordu. Sıkıldığı belli oluyordu. Belki Tanrı’nın pay biçtiği cinsiyetinden. Belki kırılmış kişiliğinden. Duyduklarından. Duyacaklarından… Kahve fincanı, koltuk, elleri, elbisesi bembeyazdı ve ilginç bir uyum içindeydi. Parmaklarını fincan kulpunun arasından çekmiyordu. Aklından onlarca düşünce geçtiğine emindim. Çelişkili düşünceler. Dün gece üst komşu kedisini dışarı bıraktığı için sinirlenmişti. Ama özgürlüğü için hak da vermişti. Bu tür çelişkilerle doluydu. Gözyaşlarını siliyordu bir yandan. Sonra fincanı elinden bıraktı. Çıplak ayaklarıyla yumuşak halının üzerinde durdu. Dikkatle bana baktı. Sevimli bir oyuncak gibi gülümsedi. Onun gibi gülümsedim bende. Çünkü artık onun gülümsemesini kopyalayabiliyordum. Banyoya girdi. Islak mendille makyajını siliyordu. Elleri mendille aynı renkti, eline sıktığı sabunla aynı renk, soğuk suyla aynı renk, dokunduğu mermer ile aynı renk, yüzünü sildiği havlu ile aynı renkti. Çıplak ayaklarıyla balkona çıktı. Ayakları yerdeki fayans ile aynı renkti. Sandalyeyi karşısına çektim. Balkon demirleriyle beraber üşüyordu. Kendinden emin bir ses tonuyla ‘’Ben gidiyorum artık’’ dedi. Ayağa kalktım ve arkadaki tek kişilik koltuğa oturdum. Bu trajik sahne için eski model koltuklar lazım. Parçalanmış bir havaya bakıyordum. Her şeyin, tüm eşyaların birden kırıldığını düşündüm. Bir şey söylemedim. Söylemek istemedim biraz. Çünkü bunları daha önce konuşmuştuk. Sonra orada otururken aklıma terk ettiğim insanlar geldi. İlgi azaldığı için gardımı alıp terk ettiğim, hastalıklı bir ilgi göremediğim için terk ettiğim, en fazla jelatinlere sarılmış çikolata kalıpları kadar tutkulu olabildikleri için terk ettiğim, terk edilmemek için terk ettiğim… Paramparça ilişkilerle o koltukta oturuyordum. Aslında terk edilmiştim. O hemen karşımda bir bütün olarak duruyordu. Ayağa kalktım. Müziğin sesini sonuna kadar açtım. Onun da dinlediği ikinci şarkı Albinoni – Adagio çalıyordu. Yanına gittim ve ona sarıldım. Hıçkırarak ağlamaya devam etti. Bir şeylere yalvarır gibi bakıyordu. Saçları rüzgarda uçuşuyordu. Ellerini yüzüne kapattı. Ve kendini balkondan aşağıya bıraktı. Çünkü artık dayanamıyordu, kurtulamıyordu, çünkü sonucunu bildiği senaryoları oynamaya hala tenezzül ediyordu. 

...

Eğilip ona son defa baktım. Bedeni üzerine yansıyan sarı sokak lambasına rağmen bembeyazdı. 



rohan s. kaya