Seni hatırlıyorum, seni görmeden yıllar önce tanımıştım
seni. O zaman saçlarım uzundu. Bir canavara dönüşmemek için dolunaydan
kaçıyordum. Cafe’de bir masada oturuyordun. Cilalı masayı parmak izlerinle
kirlettin. Sen bunları bir kabus olarak görüyorsun. Ben ise bir Fransızın sahnesinde kendini hikayeleştirmeye çalışması gibi görüyorum. Sanki aniden toz olacaksın
ve hikayen bitecek.Elindeki fotoğrafa bakıyorsun ve sanki gökyüzünü
yükselecekmiş gibi kollarını yukarı kaldırıyorsun. Bu hoşuna gidiyor,
gülümsüyorsun. Bu gülümsemeyi biliyorum. Saçların yanaklarını göstermeyecek
kadar uzun, masanın üzerine dağılıyor. Fark edemediğin kadar zarifsin, ama
iddia ettiğin kadar kadın değilsin.
Seni hatırlıyorum. O zaman saçların kısaydı. Sırtında bir
çanta vardı. Kalabalığın ortasında etrafına bakarak yürüyordun. Kulağındaki
kulaklıkta Joe Satriani çalıyordu. Sadece insanları görmek istiyordun. Duymak
değil. Hong Kong’un ara sokaklarında köpek etlerine inen satırları
görüp şaşkınlıkla bakıyordun. Fotoğraf makineni çıkardın, kasap sana çizgi
gözleriyle gülümsedi. Sen gülemedin. Onlar için uzun yaşam ve proteindi. Aklına
oturduğun mahalledeki sokak köpekleri geldi. Bir an duraksadın. Herkes sana
bakmaya başladı. Kalabalığın içinden hızlı adımlarla otele geri döndün. Otelin
parlak zemini seni rahatlattı. Kulağında Evgeni Grinko’nun Vals’i çalıyordu ve
sen hemen oradan gitmeye karar verdin. Bir yerde fazlasıyla durmak bilmediğin
bir sebepten dolayı canını sıkıyordu. Gözlerin aynı olana bir türlü
alışamıyordu.
Seni hatırlıyorum. Ara sokakta bir kaldırımda oturmuş sigara
içiyordun. O zaman Bern sokakları güzelliğiyle seni yutmuş gibiydi.
Ayakkabılarını çıkarıp ayağa kalktın ve yol boyunca Aare nehrine kadar yürüdün.
Nehire giren yaşlıların mutluluğuna tebessümle baktın. Onlar da sana el
salladılar. Nehre daha dikkatli baktın. Yüzmek istedin ama vücudun yaşlıların
ki kadar soğuk değildi. Bir an bir tanesinin boğulabileceği bile aklına geldi
ama o huzurlu yerde öyle bir ölümün bile huzurlu olduğunu düşündün. Suyun
kenarına iyice yaklaşıp çiçek desenli eteğini topladın, oturdun ve ayaklarını
içine soktun. Uzanıp gökyüzüne baktın, baharın uyumuna, mavi ve yeşilin
arasındaki o ince çizgiye, ve tahta evlere. Orada bir tanesinde yaşama isteğini
içinde gezdirdin.
Seni hatırlıyorum. Sibirya ekspresine binip binlerce kilometre
kaçırılmak istiyorsun. Diğer vagonda keman sesleri geliyor. Ve önünde Baykal Gölü. Tren
duruyor ve dışarı çıkar çıkmaz öksürmeye başlıyorsun. Oksijen nikotinli
ciğerlerini dilim dilim kesiyor. Uzun uzun bakıyorsun gölün etrafına. Su
kendini izletiyor. Uzakta olmak, yakında düşünmekten daha doğru diye
düşünüyorsun. Burnun akıyor, gözlerinin içi üşüyor ama aldırmıyorsun. Ağlamaya
başlıyorsun bu uzaklığın ve soğuğun üzerine. Nedensiz. Sonuçsuz. Kimsesiz. Bu
sefer gözyaşların üşüyor. Eldivenin içindeki ellerin üşüyor. Dokunmuyorsun.
Tanışmak isteyen meraklı gözlere meraksız bakıyorsun.
Artık hareket edemezsin. Onlar için ileri gidemezsin. Kendi
kendini yasaklattın. Seyretmek lanetin oldu. Vücudunu dayadığın her şey biraz
daha çürüdü. Kayalar birbirinden ayrıldı, taşlar ufalandı. Kum gibisin.
Milyonlarca. Milyarlarca. Zarar görmüyorsun. Bulaşıp gidiyorsun. Yalnızca dekoru
değiştirdin, durumu değil. Şimdi kitaplar karıştırıyorsun güçsüz güneşler
altında, etrafı seçmeden gözlerinle duygularınla çeviriyorsun başını sağa sola.
Yaşadığını hissetmen için kelimelere ihtiyacın var. Zaman çok geç, parmaklıkları büküp çıkamazsın.
Böylede devam edemez. Ama ilginç bir şekilde devam ediyorsun. Hiçbir şey
olmuyor. İleri gidemiyorsun. Geriye dönemiyorsun. Aklın dümdüz bir ova gibi.
Ama ileride Çingenelerin dans ettiği bir ova. Gülümsemenin bir süre sonra acı
verdiğini, uyumu başaramayacağını düşünüyorsun. Aklının içindeki harekete,
düşüncelere hayat yetmiyor. Bu yüzden bir şeylerle uğraşamıyorsun. İçeridesin
hep. Bezen kemiğin yokmuş gibi yatıyorsun. Ama dışarıda da bir şey olmuyor.
Kabullenmen gerekiyor. Sonun tonlarca su yutup okyanuslar geçen ve daha sonra sahile
vuran bir balinadan farklı olmayacak.
r.serhat kaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder