Şeref Amca mahallemizin kıdemli
şarapçısıydı. Evi iki apartman arasında gizli bir çiftliği andırıyordu. Kiraz,
ayva, ceviz, elma ağaçları ve cılız kedileriyle yaşıyordu. Üzerinde yetmişli
yıllarından kalma kumaş takımından bozma ceketi ve ispanyol paça pantolonunu derisi
olarak kabul etmişti. Yumurta topuk ayakkabısı da delikanlı
tavrıydı. Desenli dar gömlekleri ve kovboy şapkasını giyerek evinin önündeki
eski koltuğunda oturur bütün gün dışarıyı izler, kendince bir şeyler yapar,
şarabını da yanından eksik etmezdi. Hemen yanındaki koltukta ise hatırlamak
için çaba sarf etmediği geçmişi ve ağzındaki küfrü oturuyordu. Biz bunu
görmezden geliyorduk, ama sık sık kendince bir şeyler mırıldanıyordu.
Geçimini plastik şişe ve kağıt
toplayarak sürdürüyor, sabah çıktığı bu işini akşam bitiriyordu. Bazen hasılatı
iyiyse bir kaç gün toplama işine girmiyordu. İnsanoğlunun ilk
zamanlarındaki avcı toplayıcı geleneğini o 20 ve 21. yüzyılda kendince
gerçekleştiriyordu. Zira bu işi Tbmm’nin yalnızca 4 kilometre ötesinde
yapıyordu ki, orası ayrı bir ironi.
Evini kendi camımdan görebiliyordum.
Bahçesinde ateş yakar, şarabını eline alır ve genellikle radyo dinlerdi. Bazen
kendi kendine konuşurdu, bazen kedileriyle. O zaman biz taşlarla kale yapıp
futbol oynadığımız yaştaydık. Yaptığımız kalelerden birisi onun evinin hemen
yirmi metre önündeydi. Gol olunca veya top dışarı çıkınca yüzde doksan onun
bahçesine giderdi. Girmek için büyük bir telaşa kapılır, gönüllü olarak
birilerimiz izin alarak topu dışarı çıkarırdık. Ya da kafası fazla iyi değilse kendisi
bize topu gönderirdi. Eğer sarhoşsa basardı küfrü:
‘’Defolun buradan ibneler başka
yerde oynayın.’’
O olmayınca bizde bunu fırsat bilip
bahçesindeki meyveleri toplardık. Bir
kişi erketeye yatar, diğerleri ağaçların ırzına geçer, sonra ganimetler
paylaşılırdı.Biz büyüdükçe Şeref Amca’da bize
alışmaya başlamıştı. Bizim yanımıza elinde bir avuç cevizle geliyor, konuşmadan
bize veriyor ve gidiyordu. Bunu o kadar sık yapmaya başlamıştı ki bizde artık
bahçesine girmeyi bıraktık. Sözleşmeden,
aramızda konuşmadan bırakmıştık. Olması gerekenleri kabul eder gibi, o kadar çocuktuk nasıl olduysa sessizce aramızda anlaşmıştık.
Bir defasında okul dönüşü evinin önünden geçerken
ağladığını görmüştüm. Kirli ellerini yüzüne kapatmış, kedisine
doğru dönmüş ağlıyordu. ‘’Ne oldu Şeref Amca?’’ dedim. ‘’Minnoş’un boğazını köpek
ısırmış’’ dedi yüzüme bile bakmadan. Kedinin boğazını sarmıştı. Sanki kedi bahaneydi o an onun için. İçinden gelmişti sanki, o an,
orada kimsenin umurunda olmadan, umursamaz bir şekilde, kendine ağlıyor
gibiydi. Bazen en olur olmaz zamanlarda, en olur olmaz yerlerde,
bazen okul dönüşünde, bazen tencereyi karıştırırken, bazen televizyon izlerken,
bazen ayakkabını bağlarken, o kadar tuhaf bir duygu belirir ki, soyutlarsın
kendini eşyadan, insandan, dalar gidersin birden aklına gelenlerin içine. ‘’Sen
elinden geleni yapmışsın, zamanla geçer elbet’’dedim. ‘’Siktir git lan, geçer
diyor bir de. Ne geçecek, sadece günler geçiyor, zaman geçiyor’’dedi. Yaklaşık
bir hafta sonra minnoş öldü, diğer kedilerin yardımıyla onu bahçesine gömdü.
Bir gün evinde yangın çıkmıştı.
Dumanları görünce bütün mahalle sokağa dökülmüştü. Herkesin içini bir korku
kaplamış, gözleri dolmuş, itfaiyeyi bekliyordu. Tüm mahalleli öldü gözüyle bakıyordu Şeref Amca’ya yangına
bakarken. İtfaiye geldi yangını söndürmeye. İçeri girdi. Herkes biraz daha
yaklaştı eve. Ama o sokağın başından geliyordu. Onu görünce bütün mahalleliyi
manik depresif bir ruh hali almıştı, hem şaşırdı herkes, hem güldü, hem sevindi,
birden silindi gözyaşları. Sonra herkesten bir kaç eşya girdi evine, evi tekrar
kuruldu. Hatta evi bir kaç defa kuruldu şeref amcanın. Bazen emekliliğinden
sıkılan aksi komşuları evini belediyeye ‘’çöp ev’’diye şikayet ediyorlardı. Belediye de
iki çöp kamyonuyla yanaşıp temizleyip geri gidiyordu. Böyle bir kısır döngü.
İnsanı yalnızlıktan ve terk edilmişlikten sonra utandıran son nokta galiba bu
olsa gerek. Yıllarca seni sallamayan devlet, ‘’bu ev kokuyor’’ diye aldığı
şikayete koşa koşa geliyor ve temizliyor. Devletin ilgilenecek umuru yoksa en
azından temizler. Devlet yapamıyorsa, yapacağına inandırır yıllarca, bir gün
gelir bakarsın her şeyden vazgeçilmiş, belleğini de temizlemiş gitmiş.
Bir maç esnasında bizi yanına
çağırmıştı, ‘’Çabuk buraya gelin’’ diyerek. Radyonun sesini sonuna kadar açtı. ‘’Dinleyin’’
dedi. Radyo sunucusu onun adını söylemişti:
‘’Şimdi Şair Şeref .... ‘ten şu şiiri seslendiriyoruz, bizden ayrılmayın.’’ Hepimiz şaşkınlıkla bakmıştık. Sonra şiir bitti. Hepimiz birbirimize baktık aptal aptal, sonra şeref amcaya baktık.
‘’Şimdi Şair Şeref .... ‘ten şu şiiri seslendiriyoruz, bizden ayrılmayın.’’ Hepimiz şaşkınlıkla bakmıştık. Sonra şiir bitti. Hepimiz birbirimize baktık aptal aptal, sonra şeref amcaya baktık.
‘’Siz ne anlarsınız amına koyim’’
dedi. Elinin tersiyle hepimizi kovdu bahçesinden. Bizde gidip tekrar top
oynamaya devam ettik. Onu anlayacak yaşta değildik, üstelik onun kafasında hiç
değildik.
Şeref Amca’nın bir kaç tane çocuğu
olduğu söyleniyordu. Evinden çıkıp artık başka bir hayat sürmesini istiyorlarmış.
Daha doğrusu evinden çıkarıp apartman yapmayı planlıyorlarmış. Bir gün yine
şeref amcanın kapısına belediye kamyonlarıyla yanaştı. Evinin içindekileri tekrar
çıkardı. Sonra Şeref Amca’yı da götürdüler, ağaçları söktüler, evini dozerle
yıktılar, bahçesini kazıdılar. Minnoş’un mezarını bile görmediler. Ve yerine
altı dairelik teraslı bir apartman diktiler. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki,
kimse ne olduğunu anlayamadı.
Sanki kökünden sökülen
ağaçlar gibi, geceleri yaktığı ateşler gibi, içtiği şarapları anımsar gibi, bir
kaç gün sonra gelip geçmişine uzun uzun baktı. Nefretle, küfürle baktı orada bıraktığı kırk küsür yıllık geçmişine.
Bir kaç hafta sonra kendisi de dayanamadı bu duruma ve öldü. Onu ne o fakir
hayatı, ne yalnızlığı, ne de terk edilmişliği ölüme götürmüştü. Sadece kökünden koparılmak
sebep olmuştu her şeye.
Şimdi ise ne zaman baksam o
apartmana, sanki orada yaşayanlar düşmanımmış gibi hissediyorum. Sanki herkes
sebep olmuş gibi bu duruma. Orada yaşayan herkes suçlu gibi geliyor nedense. Ne
zaman çıksam balkona ağzıma bir dünya küfür geliyor, yutkunup içeri giriyorum
tekrar. Yıllar geçti üstünden, minnoşun mezarını biliyorum da onun mezarını
bilmiyorum. Bu konuda artık biraz da kendimden utanıyorum.
r. s. kaya