20 Nisan 2014 Pazar

16- anahtarlarını unutma


Yeşil kadife koltuğun üzerinde, dizlerini karnına çekmiş, sol kolunun üzerinde uyuyordu. Kucağındaki kitap yere düşmüştü. Farkında değildi. Okuduğu kitabı yerden alıp masanın üzerine koydum. Koltukta uyumak bir nevi bilinçli şekilde bayılmak. Üzerimdeki hırkayı çıkarıp üzerine örtüyordum ki birden gözlerini açtı, tekrar dirilmiş gibiydi.


 ‘’İnsan rüyalarında ne kadar yalnız ve bu yalnızlığı ne kadar çaresiz hissettiriyor kendini. Uyurken üşümek bu olsa gerek.''

Ama uyanmıştı ve hala üşüyordu. Yemek yemek isteyip istemediğini sordum. Fark etmez diye mırıldandı. Ayağa kalktı ve yavaş yavaş aynanın önünde doğru yürüdü. 

‘’Biliyor musun, sabah ağlarken aynanın karşısında kendimi izlediğimi fark ettiğim için bir an kendime delirip delirmediğimi sordum, sonra birden üzüntüm sakinledi. İnsan kendisiyle böyle yüzleşmeli.’’

Üzerindeki t-shirt küçük geliyordu, eşofmanı mavi renkti. Sigarasının bittiğini fark etti. Bende de yoktu. Ve kollarında iğne izleri. -Bebeğim sigara almaya gider misin? Yanına da ekmek alırsın? Masadaki kitabı aldı. Hangi sayfada kaldığını hatırlamaya çalışıyordu. Sayfa sayfa aradı ve sesli okumaya başladı.

‘’Böylesi bir duyguyu anlatmama olanak yok. Karşıma çıkan her şey yetersiz. Soluduğum her şey yetersiz. Dalgalar, adalar, mekanlar, sevgiler yetersiz. Suların tadı yetersiz. Günlerin uzunluğu yetersiz. Haftanın günleri yetersiz. ‘’ *

Sonra  elindeki kitabı tekrar masanın üzerine koydu. Bana döndü.

‘’Şimdi aklıma geldi de, yıllar sonra onunla tekrar karşılaştığımızda her şeyi alelacele ona anlatmaya, onun sevdiği şeylere daha fazla yakınlık duyduğumu ispatlamaya çalışıyordum. Hızlı hızlı, Her şeyi o kadar hızlı onun için yaptığımı ispatlamak istiyordum ki her şey yine birbirine girmişti. Ama içimde asla ona dair hiçbir şey kalmamıştı, hatta hiçbir şey hissetmiyordum. Yalnızca konuşuyordum. Sonra bir sessizlik oldu. Hissedemediklerimin üstüme bindiği bir sessizlik. Bizim resmimizi yapmak için bir ressam karşımızda oturuyormuş da, sanki bizde onun için bir model olarak sandalyede yerlerimizi almışız gibiydi. Sonra kendimi ona değil şırıngaya bağladım. Kendime kızmıyor değilim. Kendimden artık eskisi kadar emin de değilim. ‘’

Acımıyor, tepki vermiyor, merak etmiyor, sinirlenmiyor, acelesi yok, çok çok yavaş kıpırdanıyor. Elinde plastik saplı bıçağı tutarken diğer elinin parmak uçlarını kesmek geliyor aklına, parça parça kendinden çıkıyordu, elindeki plastik saplı bıçak yere düştü üzerinde domates parçacıkları. Ambulans deliren insanları kurtarmaya sirenleri çalarak, yolları ikiye ayırarak gelmiyordu. Herkes içten içe çığlık çığlığa. İstemeyerek geçiyordu hayatından, ülkenin yavanlığından ve sıradan insanların hapsolduğu boşluktan. Ama ülkenin tam ortasından derin bir fay hattı kadar tehlikeli, felaket yüklü insanlar da geçiyordu. İçeride yaşayanları o derin çatlaklara iterek hem de. Şimdi beni bir sinemaya götür, belki yarısında çıkarız. Sonra birden yağmur yağar. Sonra birden güneş açar. Belki de bunların hepsi berbat bir edebiyat halidir. Çünkü herkes eninde sonunda cebinden anahtarlarını çıkarıyor ve o gün ne gördüyse, ne konuştuysa unutmak istercesine kendi duvarlarının içine çekiliyor.

‘’-Sadece sigara ve ekmek mi alayım?’’ 


‘’-Evet. Anahtarlarını unutma.’’


r.serhat kaya

* tezer özlü/yaşamın ucuna yolculuk 


9 Nisan 2014 Çarşamba

15-bembeyaz hikaye



     Sabahları genellikle ondan önce uyanıyordum. Ve bazen onu uyandırmadan salondaki balkon kapısını açıp, sandalyeyi kapının önüne koyuyor, bir sigara yakıp sabah erkenden kimsenin geçmediği sokağı izliyordum. O sessizliği, kuşların diri seslerini ve sigaranın çıtırdayan ateşini dinlemek bana huzur veriyordu. Sonra onun sessizce gelen ayakları ve boynuma sarıldıktan sonra hiçbir şey demeden öpmesi. Hiçbir sevginin biçimi ve getirisini konuşmazdık. Tanımların asla zihnimize ulaşmadığı, yanımıza almadığımız yasaklı kelimeler vardı. Çünkü ben ona hayrandım. Sadece baktığı an belli olan ve onun hareketlerinin, düşüncelerinin doğruluğunun aklında yarattığı çekici gerçekçilik. Yanımda ağlarken dahi çok garip bir zarifliğe bürünür ve ben o garip zarifliği sonuna kadar izlerdim. Bu kadar güler yüzlü, hareketli ve aynı zamanda bu kadar dibe giren birisinin kendini çok ciddi bir biçimde su yüzüne çıkarıp kıyıya yavaşça bırakması beni gerçekten hayran dolu bir şaşkınlık içinde bırakıyordu. Önce annesinin hastalığı ve daha sonra ölümü. Her şeyin bir anda elinden kayıp gitmesi. Okuldaki başarısının altında yatan gizli tek başınalığı, arkadaşlarıyla daima güzel olan ilişkileri, ama eski sevgilisi tarafından alışkanlığın üzerine eklenmiş bir vefa duygusunun onu bilemediği bir belirsizliğe sürüklemesi de vardı. Ve bir çocuğa sarıldığında, ki bu durum sanki yıllardır çocuğunu görmeyen bir anneninki kadar tutkuluydu. Bütün vücut hatları değişir ve o çocuğu hemen sahiplenirdi. Her şeyi doya doya yaşayan ve hiçbir duygusundan pişman olmayan bir insan. Sık sık ‘’Naber oğlum? Yine kafanı hangi bomba uçurdu?’’ diye bana tebessümle saldırırdı. Bir gün A Bout de Souffle filmindeki umarsız Patricia oluyor, bir gün Rear Window filmindeki çekici Lisa olup tüm parçalarını tamamlıyordu. Ve bu düzenin bir sonu vardı elbet. Yarın için her şey belirsizdir. Hayallerin uçuşun ortasında birden düşmesi de vardır. Bir hafta önce, odada tek başına kulaklığını takmış müzik dinliyordu. Daha sonra uyuyakalmıştı. Birkaç gün böyle içine çekilmişti. Müziği hissederek yaşıyor ve onunla donduruyordu hayatını. İki gün önce, Perşembe günü, odadan içeri girdiğimde gözleri bulanık bir şekilde bana gülümsedi. Tırnaklarının kenarını kanar halde gördüm. Gizledi hemen. ‘’Ne dinliyorsun?’’ dedim. Cevap vermeden sarıldı. Kucağımda gözlerini kapattı ve uzun süre böyle kaldık. Uyuyakaldı. Sonra kulaklığı çıkardım ve dinlediği şarkılara baktım. Sadece iki şarkı vardı. Birisi Flört grubunun Özledim şarkısıydı. Hemen kapattım, başını yastığa koydum. Üzerini örttüm ve dışarı çıktım. Annesinin durumu gizlice aklına geliyordu ve bu onun için gizli bir işkenceye dönüşüyordu. Bunu biliyordum. Bu durumu hissettirmemek için adete savaşıyordu. Oysa ben hissettirsin istiyordum. Tüm gücüyle bu acıyı yanımda çıkarsın. Doğursun istiyordum. Nasıl ki onu sevinçli bir şekilde görüyorsam, üzüntülü bir şekilde de görmek ona olan duygularımda herhangi bir değişikliğe neden olmayacaktı. Ama bunu yapmıyordu. Tek başına o kadar çok şeyle başa çıkmıştı ve bu duruma o kadar çok alışmıştı ki, benim istediklerim neredeyse imkansızdı. Ve bu durum bana yabancılık hissi uyandırıyordu.


     Dün akşam dışarı çıktık. Vitrinlere baktık. Beğendiğimiz bir şeyler varsa dahi birbirimize söylemedik. Sanki aramızda bir anlaşma yapmıştık. Konuşmaktan yorulmak istemiyor gibiydik. Bir mağazaya girdi. Bana dışarıda beklememi söyledi. Kapının önündeki banka oturdum. Yaklaşık on beş dakika sonra elinde bir kağıtla dışarı çıktı. Yarın elbisesini öğleden sonra alabileceğini söylemişler. 


     Bugün sabah yatakta sanki perdenin arkasında saklanıyorduk. Perdeyi sonuna kadar açtım. Pencereyi araladım. İçeri gittim ve yine balkonun önüne oturdum. Temiz havanın üzerine sigara dumanını bıraktım. Toz bulutu gibi kapı aralığını doldurdu. Sonra beraber kahvaltı yaptık. Arkadaşımızın nikahına gitmek için dolaptan giyecek bir şeyler baktım. O da elbisesini almak için dışarı çıktı. Yaklaşık bir saat sonra eve geldi. Odaya girdi. O kadar sevinçliydi ki elbisesini giymesi için onu yalnız bıraktım. Odadan dışarı çıktı. O beyaz elbise ile evin içerisinde bir hayalet gibi süzülüyordu. Elbisesinin boyu diz kapaklarına kadardı. Bembeyaz omuzları oldukça dikkatimi çekti. Oturdum ve onu izledim. Bir şeylere hazırlanması bana huzur veriyordu. Bir şeylere hazırlanmak bir nevi yaşamı hissederek devam ettirmektir. Oteldeki nikah salonuna girdiğimizde herkes ona bakıyordu. Otelin dekoruyla bir uyum içindeydi. Herkes göz ucuyla onu izliyordu. Şaşırarak. Küçük dünyalarında şaşırabiliyorlardı. Bizim küçük dünyamızda ise tüm evren vardı. Yenilik yok. Şaşkınlık yok. Ne de olsa ulu orta kahkahalarımız da vardı. Tırnaklarını o gün kanattığındaki gibi, daha sonra ağzı ve dudakları kendi kanıyla sırılsıklam olacağını bilse dahi, o kahkahayı basardı. Çünkü tüm başkaldırımızı gülmeye indirgemiştik. Yoksa her şeyin gülünç olmadığını biz de biliyorduk. Törenden sonra gece kulübüne gittik. Kolumdan tutup sahneye çekti. Ayakkabılarını köşeye çıkardı. İnce bilekleriyle boşlukta kendinden geçercesine dans etti. Hem gülüyor hem de kendine özgü figürlerle dans ediyordu. Sanki hiç vakti yokmuş gibi. Herkes bu acele dansımızı görünce kıskanarak bizi gözleriyle tebrik ediyordu. Sanki beyinlerimiz buhar olmuştu. Işık alkolün etkisiyle daha da parlıyordu.Ayakkabılarını yerden kucağına aldı. Bende onu kucağıma aldım. Gözbebekleri büyüyen insanların arasından yavaşça dışarı çıktık. 
     Apartman kapısından içeri girdiğimizde kucağımda yarı baygın bir haldeydi. Kollarını boynuma dolamıştı. Eve girdik ve onu koltuğa yatırdım. Ceketimi ve gömleğimi çıkardım. Beni izliyordu. Ağlamaya başladı. Bende kahve yapıp geleceğimi söyledim. Kahveyi getirdiğimde hala ağladığını gördüm. Üzerindeki kumaş parçasıyla oynuyordu. Çünkü elbise değerini kaybetmişti. Yorgun günün ardından özenle üzerimize geçirdiğimiz o kumaş parçaları, günün yorgunluğuyla üzerimizde sadece asılı duruyordu. Sıkıldığı belli oluyordu. Belki Tanrı’nın pay biçtiği cinsiyetinden. Belki kırılmış kişiliğinden. Duyduklarından. Duyacaklarından… Kahve fincanı, koltuk, elleri, elbisesi bembeyazdı ve ilginç bir uyum içindeydi. Parmaklarını fincan kulpunun arasından çekmiyordu. Aklından onlarca düşünce geçtiğine emindim. Çelişkili düşünceler. Dün gece üst komşu kedisini dışarı bıraktığı için sinirlenmişti. Ama özgürlüğü için hak da vermişti. Bu tür çelişkilerle doluydu. Gözyaşlarını siliyordu bir yandan. Sonra fincanı elinden bıraktı. Çıplak ayaklarıyla yumuşak halının üzerinde durdu. Dikkatle bana baktı. Sevimli bir oyuncak gibi gülümsedi. Onun gibi gülümsedim bende. Çünkü artık onun gülümsemesini kopyalayabiliyordum. Banyoya girdi. Islak mendille makyajını siliyordu. Elleri mendille aynı renkti, eline sıktığı sabunla aynı renk, soğuk suyla aynı renk, dokunduğu mermer ile aynı renk, yüzünü sildiği havlu ile aynı renkti. Çıplak ayaklarıyla balkona çıktı. Ayakları yerdeki fayans ile aynı renkti. Sandalyeyi karşısına çektim. Balkon demirleriyle beraber üşüyordu. Kendinden emin bir ses tonuyla ‘’Ben gidiyorum artık’’ dedi. Ayağa kalktım ve arkadaki tek kişilik koltuğa oturdum. Bu trajik sahne için eski model koltuklar lazım. Parçalanmış bir havaya bakıyordum. Her şeyin, tüm eşyaların birden kırıldığını düşündüm. Bir şey söylemedim. Söylemek istemedim biraz. Çünkü bunları daha önce konuşmuştuk. Sonra orada otururken aklıma terk ettiğim insanlar geldi. İlgi azaldığı için gardımı alıp terk ettiğim, hastalıklı bir ilgi göremediğim için terk ettiğim, en fazla jelatinlere sarılmış çikolata kalıpları kadar tutkulu olabildikleri için terk ettiğim, terk edilmemek için terk ettiğim… Paramparça ilişkilerle o koltukta oturuyordum. Aslında terk edilmiştim. O hemen karşımda bir bütün olarak duruyordu. Ayağa kalktım. Müziğin sesini sonuna kadar açtım. Onun da dinlediği ikinci şarkı Albinoni – Adagio çalıyordu. Yanına gittim ve ona sarıldım. Hıçkırarak ağlamaya devam etti. Bir şeylere yalvarır gibi bakıyordu. Saçları rüzgarda uçuşuyordu. Ellerini yüzüne kapattı. Ve kendini balkondan aşağıya bıraktı. Çünkü artık dayanamıyordu, kurtulamıyordu, çünkü sonucunu bildiği senaryoları oynamaya hala tenezzül ediyordu. 

...

Eğilip ona son defa baktım. Bedeni üzerine yansıyan sarı sokak lambasına rağmen bembeyazdı. 



rohan s. kaya