-derimin içine
hapsedilmiş gibi hissediyordum. Sanki bir kaç soruyla, bir kaç hesaplaşmayla o
beni saran derimi üzerimden atacak ve başka biri olarak yaşamaya devam
edecektim. Ama hayallerin bir o kadar da derimin içinde barındırdığım düşüncelerimden
ibaret olduğunu ve bir isteğin elde edilince hiç bir çekici tarafı
kalmayacağını da biliyordum. Sadece ‘’Bu düşünceden de kurtulacağım.’’
düşüncesiyle girilen her yol, bizi cezbeden her istek, kişiye farklı mekanların
gölgesinde yürümesini sağlıyordu. Yoksa gerçeklerin hiç ama hiç bir değeri
yoktu. Önemli olan bir şeyleri üzerinden atıp kurtulmaktı. Bir şeyleri derinden
attığın ter gibi, beyninden attığın her düşünce seni sadece bir süre
rahatlatıyordu. Asıl içsel yıkılış ve diriliş kaynaklarının zaman ve mekan
değişiminden olduğu es geçilemez bir gerçekti. Ve biz bunların bilincine varmak
için zaman ve mekanın tükenmesi gerektiğini bilmiyorduk. -
Erkan Oğur, Bir
Sevda Şarkısı'nı seslendiriyor. Dünya diyorum bazı bağlamaların, bazı sanatçıların
enstrümanlarının perdeleri ve nefesi arasında. Sokaklar o şarkının durağanlığı
içerisinde. Aklımdan bir markete giriyorum, en düzenli raf hangisiyse oradaki
ürünleri alıp başka yerlere koyuyorum. Görevliler sinirli gözlerle bana bakıyor. Ben
utanmıyorum. Artık nereye gittiğimi bilmiyorum, nerede durduğumu. Ne
düşündüğümü, ne yemem gerektiğini. Bundan sonra ne olacağımı bilmiyorum. Neler
kaçırdığımı, dokununca neler hissettiğimi
bilmiyorum. Güzel bir sahne: yağmur altındaki kurban. Sadece önüne
bakıyor. Ve sadece yatağını özlüyor. O, akşama kadar kendisi için hiçbir şey
yapmadıktan sonra, içine girip soğukluğunu hissettiği yatağı. Köy evindeki o ağır
yorganını ve sert yastığını özlüyor. Oysa sırtını dünyaya dönmüş
uzaklaşıyordun. Birden yabancılaştın. Birden sohbet bitti.
Kahkaha eksildi. Muhabbetini özlediğin,
yanında var olduğunu, yaşam için bir şeylere dokunduğun insanlar veya
duygulardan uzaklaştığını gördün. Filmlerde olduğu gibi abartılı, dramatik ve
tesadüfiliğin asla kucaklanamayacağını öğrendiğin an. Camlar buz tanecikleri
gibi yerde. Kan izleri avucunda. Her zaman birileri ilk o zevk alarak yediğin
elmanın içine zehir koyar, derin bir uykuya dalarsın, birileri seni uyandırmak
için öper ve sonunda bazı anları, o zehirli elmayla bütün olduğun anları,
unutursun. Belki deliydi, ama onun deliliğini anlayabiliyordun. Ona
katlanabiliyordun, belki sadece ona taviz verme hakkın vardı. Olmak istediğin
yerlerden uzaklaşmıştın. Belki de sadece öldüğünde olmak istediğin yere
gideceksin. Kim bilir. Birilerini özlüyorsun sana dokunmayan birilerini
hayalinde olan ama yanında olmayan birilerini, belki hiç tanışmadın, belki
biraz tanıdın ve kaçtın. Anlatamadın. Sahi gerçek anlamda kendini
anlattın mı birilerine. Gerçek anlamda içindeki kötüyü dökebildin mi veya
içindeki o saf kırılgan iyiyi. Ama
bunlar önemli değil, zaman geçiyor. Aynı Erkan Oğur’un eserleri gibi yumuşak,
soyut, bazen bir bölgesin hiç çıkamadığın, bazen derinin altındaki sen. Sen
diyorum, kim bilmiyorum. Bir kadınla tanıştım o kadar güzel gülüyordu ki,
beraber saçmaladık.Tanımak için uğraşmadım belki de. Çünküsü yok, geçmişte de alışamamıştım.
Ellerimi hiç sevmiyorum diyor, hırslanınca tırnaklarını kollarına saplıyor. Hiç
beğenmiyorum kendimi diyor, hiç beğenmiyorum. Sağ ol diyor, katlanabildiğin
için, diyor, sağ ol. Beni güldürüyorsun diyorum, beni içten güldürüyorsun,
yoksa nasıl katlanır insan insana. O zaman daha dikkatli bakıyorum bazen ona.
Bazen kendimi görüyorum. Bazen yalnızca onu. Ne fark eder ki diyorum, ben de
bazen onun gibi kendime katlanamıyorum. Ben diyorum ucu belli olmayan bir çöl.
Ben diyorum ucu belli olmayan gök. Paçalarımdan çıkıp asfalta karışmak için yere
bakıyorum. Hızlı hızlı yürüyorum, istemeden zamana ayak uyduruyorum. Sağa sola bakmadan geçiyorum. Kendime bile bazen inanamıyorum. O zaman
diyorum yanımda ne varsa daha çok sevmeliyim. Daha çok yanımda olmalı. Daha çok
ilgilenmeliyim. Geçmiş umurumda değil. O heyecan umurumda değil. O kuru
gürültü. Yanımdakiler hala yanımda, yanımda olanlar değişiyor. Bazı şeyler tek
başına yapılması gerekiyor. Yoksa hayat denilen şeyin değiştiği dışarıdan fark
edilmez. İçinin içine, tek başına, kendi iradenle girilmeli. tek başına olmazsa içinin içine işlemiyor. Gülemiyorsam
hiçbir şey fark etmiyor. Bıkmadın mı hala? Diyor. O kadar çok bıkılmış ki
içinden geçenleri yaptığı ve söylediği için. Bıkmadım diyorum. Bıkamam. Çünkü
olması gereken bu. Bir ölçü birimi olmamalı diye düşünüyorum. Olursa küstahlık
olur. Olursa bencillik olur. Olursa karşındaki insan, insan değil sadece dilini
bildiğin bir şey olur. Gözünün önüne gelen, sesini duyduğun ama sana
dokunamayan bir şey. Sizin o uğraştığınız berbat işlerin içine tüküreyim, o bomboş gevezeliğinizin. Bu boşluğu
düşündükçe boğazım iltihaplanıyor, gözlerim puslanıyor. Zavallı zavallı işlerinize,
onaylamadığım gibi, dayanamıyorum da. Hayatımın bir Katolik mezarlığı kadar
sessiz olmasını istiyorum. Ama kuru bir şekilde bağırıyorlar, heyecanlılar,
sakin olamıyorlar. Gerçeklik gibi hareket etmeseler bile, kalmaya çalışmıyorlar.
r.serhat kaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder