20 Ağustos 2015 Perşembe

22- duygu durumlar


Dünyayı gezinirken ve yapmak istediklerimi kısmen dahi olsa yaparken, ya da yapmak istemediklerimi yaparken,  sahip olmak istediğim hiçbir şeyi tam olarak alamadım.  Gün içinde işyerinde, sokakta, kafede, arabada, yolda, insanların yanında veya insanlar olmadan tuhaf bir boşlukla oturuyorum. Etrafımdakilerin duygu durumunu izliyorum. Ellerinin, yüzlerinin hareketlerini izliyorum.İçlerindeki o heyecanlı başlangıçlarını veya onları heyecanlandıran kişilerin üzerlerinde yarattığı o tuhaf bekleme hallerini ister istemez görüyorum. Sonra o duygularından kopup apartmanların içlerine veya kalabalıklara kaçışıyorlar. Bu bende olmuyor. Duygu bende gelip geçmiyor. Saplanıyor. Hasar bırakıyor. Kalabalıklara karışmak değil benimki, aniden kalabalığın içinde olmak veya farkında olmadan bir taş beton yapının içine giriyorum.

          Kokular gidince, yani değişince anılarda değişir elbet. Bütün olaylar, ona dayanan olgular da. Fakat size hatırlatacak ama bir daha yaşanmayacak olan şeyler. Gömülemeyen anılar sahipsiz insan mezarlarını andırıyor. Önce kedere bağlanıyorlar, bulaşıcı değil diyorlar. Bir fotoğrafında görmüştün annen ve babanı. Henüz gençtiler. Gülümsüyorlardı. Kusursuz. Bir dakika sonra veya şimdiye kadar olacaklardan habersiz. Sonra bir fotoğrafını çekmiştim senin, elinde televizyon kumandası ile şarkı söylüyordun gözlerini kapatarak. O an senin omurganı kırıp sürükleyerek her yere götürmek istedim, çünkü anca bu şekilde yanımdan ayrılmazdın. Sen şarkıya devam ederken seninle aklımda tüm uzak doğuyu gezdim. Kucağımda Çin Seddine çıkardım. Kuala Lumpur da dev akvaryuma bakıp, çıkışta yağmura tutulduk. Kyoto da benzersiz tapınakları gezdik. Ama sen bana ne yaptın, Irak da bir meydan da  kanımı döktün. Avrupa da bir müze de parmaklarımı kırdın. Çözümü sorun yaptın.

           O kokular gitti. Koku ve anılar tamamen birbirine bağlıdır. Sadece yaşanıyor; tatsız, kokusuz, dilsiz, tensiz, sessiz ve sisli yaşıyorlar...

         ‘’Uyanın’’ diye bağırıyor sokakta yaşayan bir evsiz. Sokakta ve kafelerdeki  sohbetlerinden vazgeçmeyen insanlara bakarak, insanların pekte umurunda olmadan bağırıyor.  ‘’Uyanın artık dayanamıyorum, çok fazla nefret var, çok fazla, çok fazla ve acı, keskin uçlar var yanımıza kimseleri yaklaştırmayan, çok fazla acı, çok fazla yalnızlık var, çok fazla ihanet, tek başımıza ölüyoruz artık, her yer karanlık, çok fazla unutuluş var, çok çabuk unutuluş var, bu kin çok fazla, bu affedemeyiş, bu boşluk,  bu kan çok fazla ‘’  diyerek ve etrafındakileri silkeleyerek susuyor. Bir an insanlar duruyor. Bir an düşünüyor. En fazla 5 saniye. Sonrası yine aynı, hiçbir şey olmamış gibi kısık kahkahalar. Hiçbir şey yaşanmıyor. Kimse ölmüyor, kimse hissedilmiyor gibi. Sonra hiçbir şey öğrenmedim, ilgi göstermedim. Ne var ne yoksa terk ettim, eşyalar da dahil.



        
r.serhat kaya

16 Ağustos 2015 Pazar

21-günaydın



          Onun tanrısı seninki ile aynı mıydı. Birileri bir anda belirip seni hiç sigaradan fırlayıp üstüne düşen o anlamsız küllerden kurtardı mı. Zaman onunla iyi geçerken, o güzel duruyor muydu yanında. Ellerinin içine yüzünü hiç aldın mı. Eski insanlarını mı düşünüyordun yoksa onun yanında, hiç dalgınlık yaşamadan gözlerinden kopmadan, ellerini ayırmadan. Öyle kabiliyetlerin var mıydı.  Sadece acıktığın için bir şeyler yerken, karşında sana sevgi ile bakarken ve otururken veya anlamsız bir televizyon programı izlerken neden şu an bana sarılmıyor diye düşündüğün oluyor muydu peki. O sevginin içinde bunu neden düşünüyordun. Neden bu düşüncelerini yok edemiyordun. Oysa az sonra kalkıp yanına gelecek ve seni kollarıyla bir ahtapot gibi saracak. 


    Hiçbir kılıç kuşanmadan, hiçbir yasa çıkarmadan, hiçbir şeye meydan okumadan sadece otururken izle, yürürken izle. Ama içinden bunlar geçmiyor değil mi. Anlamsız bir şekilde neden çatladığını düşündüğün dar kaldırımlar da yer yüzünün cehennemi olabiliyor bir anda. Onlar kendilerini hiç bozmadan zamanla olaylarını atlatıp yeni hayatlarına sürüklenecekler, sonra hiç değişmemiş gibi bana görünecekler. Ben  ise belki de avını evinde bekleyen bir erkek aslan kibiri ile bu sonsuz döngüde bekleyeceğim. Hiçbir şey, hatta kendimin değiştiğini bile kabullenmeden bekleyeceğim. İşte bu kibirli ben, ne kadar saçma. Anlamsız. Niteliksiz. Hedefsiz. Zamanın tik taklarının içimden geçtiğini anladığım bir gece vakti, her şey, elimden bir anda düşen ve yerde tuz gibi olan bardağa baktığımda, karşıma çıktığını anladığım o kibirli ben ile hiçbir zaman doğru düzgün konuşamayacağım ve yaşayamayacağım.

r.serhat kaya

30 Ocak 2015 Cuma

20- derimin altındakiler



-derimin içine hapsedilmiş gibi hissediyordum. Sanki bir kaç soruyla, bir kaç hesaplaşmayla o beni saran derimi üzerimden atacak ve başka biri olarak yaşamaya devam edecektim. Ama hayallerin bir o kadar da derimin içinde barındırdığım düşüncelerimden ibaret olduğunu ve bir isteğin elde edilince hiç bir çekici tarafı kalmayacağını da biliyordum. Sadece ‘’Bu düşünceden de kurtulacağım.’’ düşüncesiyle girilen her yol, bizi cezbeden her istek, kişiye farklı mekanların gölgesinde yürümesini sağlıyordu. Yoksa gerçeklerin hiç ama hiç bir değeri yoktu. Önemli olan bir şeyleri üzerinden atıp kurtulmaktı. Bir şeyleri derinden attığın ter gibi, beyninden attığın her düşünce seni sadece bir süre rahatlatıyordu. Asıl içsel yıkılış ve diriliş kaynaklarının zaman ve mekan değişiminden olduğu es geçilemez bir gerçekti. Ve biz bunların bilincine varmak için zaman ve mekanın tükenmesi gerektiğini bilmiyorduk. -

Erkan Oğur, Bir Sevda Şarkısı'nı seslendiriyor. Dünya diyorum bazı bağlamaların, bazı sanatçıların enstrümanlarının perdeleri ve nefesi arasında. Sokaklar o şarkının durağanlığı içerisinde. Aklımdan bir markete giriyorum, en düzenli raf hangisiyse oradaki ürünleri alıp başka yerlere koyuyorum. Görevliler sinirli gözlerle bana bakıyor. Ben utanmıyorum. Artık nereye gittiğimi bilmiyorum, nerede durduğumu. Ne düşündüğümü, ne yemem gerektiğini. Bundan sonra ne olacağımı bilmiyorum. Neler kaçırdığımı, dokununca neler hissettiğimi  bilmiyorum. Güzel bir sahne: yağmur altındaki kurban. Sadece önüne bakıyor. Ve sadece yatağını özlüyor. O, akşama kadar kendisi için hiçbir şey yapmadıktan sonra, içine girip soğukluğunu hissettiği yatağı. Köy evindeki o ağır yorganını ve sert yastığını özlüyor. Oysa sırtını dünyaya dönmüş uzaklaşıyordun. Birden yabancılaştın.  Birden sohbet bitti. Kahkaha eksildi. Muhabbetini özlediğin,  yanında var olduğunu, yaşam için bir şeylere dokunduğun insanlar veya duygulardan uzaklaştığını gördün. Filmlerde olduğu gibi abartılı, dramatik ve tesadüfiliğin asla kucaklanamayacağını öğrendiğin an. Camlar buz tanecikleri gibi yerde. Kan izleri avucunda. Her zaman birileri ilk o zevk alarak yediğin elmanın içine zehir koyar, derin bir uykuya dalarsın, birileri seni uyandırmak için öper ve sonunda bazı anları, o zehirli elmayla bütün olduğun anları, unutursun. Belki deliydi, ama onun deliliğini anlayabiliyordun. Ona katlanabiliyordun, belki sadece ona taviz verme hakkın vardı. Olmak istediğin yerlerden uzaklaşmıştın. Belki de sadece öldüğünde olmak istediğin yere gideceksin. Kim bilir. Birilerini özlüyorsun sana dokunmayan birilerini hayalinde olan ama yanında olmayan birilerini, belki hiç tanışmadın, belki biraz tanıdın ve kaçtın. Anlatamadın. Sahi gerçek anlamda kendini anlattın mı birilerine. Gerçek anlamda içindeki kötüyü dökebildin mi veya içindeki o saf kırılgan iyiyi.  Ama bunlar önemli değil, zaman geçiyor. Aynı Erkan Oğur’un eserleri gibi yumuşak, soyut, bazen bir bölgesin hiç çıkamadığın, bazen derinin altındaki sen. Sen diyorum, kim bilmiyorum. Bir kadınla tanıştım o kadar güzel gülüyordu ki, beraber saçmaladık.Tanımak için uğraşmadım belki de. Çünküsü yok, geçmişte de alışamamıştım. Ellerimi hiç sevmiyorum diyor, hırslanınca tırnaklarını kollarına saplıyor. Hiç beğenmiyorum kendimi diyor, hiç beğenmiyorum. Sağ ol diyor, katlanabildiğin için, diyor, sağ ol. Beni güldürüyorsun diyorum, beni içten güldürüyorsun, yoksa nasıl katlanır insan insana. O zaman daha dikkatli bakıyorum bazen ona. Bazen kendimi görüyorum. Bazen yalnızca onu. Ne fark eder ki diyorum, ben de bazen onun gibi kendime katlanamıyorum. Ben diyorum ucu belli olmayan bir çöl. Ben diyorum ucu belli olmayan gök.  Paçalarımdan çıkıp asfalta karışmak için yere bakıyorum. Hızlı hızlı yürüyorum, istemeden zamana ayak uyduruyorum. Sağa sola bakmadan geçiyorum. Kendime bile bazen inanamıyorum. O zaman diyorum yanımda ne varsa daha çok sevmeliyim. Daha çok yanımda olmalı. Daha çok ilgilenmeliyim. Geçmiş umurumda değil. O heyecan umurumda değil. O kuru gürültü. Yanımdakiler hala yanımda, yanımda olanlar değişiyor. Bazı şeyler tek başına yapılması gerekiyor. Yoksa hayat denilen şeyin değiştiği dışarıdan fark edilmez. İçinin içine, tek başına, kendi iradenle girilmeli.  tek başına olmazsa içinin içine işlemiyor. Gülemiyorsam hiçbir şey fark etmiyor. Bıkmadın mı hala? Diyor. O kadar çok bıkılmış ki içinden geçenleri yaptığı ve söylediği için. Bıkmadım diyorum. Bıkamam. Çünkü olması gereken bu. Bir ölçü birimi olmamalı diye düşünüyorum. Olursa küstahlık olur. Olursa bencillik olur. Olursa karşındaki insan, insan değil sadece dilini bildiğin bir şey olur. Gözünün önüne gelen, sesini duyduğun ama sana dokunamayan bir şey.  Sizin o uğraştığınız berbat işlerin içine tüküreyim, o bomboş gevezeliğinizin. Bu boşluğu düşündükçe boğazım iltihaplanıyor, gözlerim puslanıyor. Zavallı zavallı işlerinize, onaylamadığım gibi, dayanamıyorum da. Hayatımın bir Katolik mezarlığı kadar sessiz olmasını istiyorum. Ama kuru bir şekilde bağırıyorlar, heyecanlılar, sakin olamıyorlar. Gerçeklik gibi hareket etmeseler bile, kalmaya çalışmıyorlar.


r.serhat kaya

12 Ocak 2015 Pazartesi

Sokak lambası

Akşam karanlığında 
Yüzüne doğru acelesi varmış gibi
Sarılmak istiyormuş gibi
gelen kar taneleri...
Herşeyin suçlusu karmış gibi
Yumuyorsun gözleri 
Herşeye inat !
Merak edip geleceği
Kaldırıyorsun kafanı 
Bir sokak lambasına
Takılıyor gözlerin 
Özeniyorsun duruşuna, gücüne, sadeliğine
En çok da yanmasına,
Bir hedefi olmasına 
Bir anlığına 
bir sokak lambası oluyorsun.
Gözlerini kapatıp açtığında 
Onun yerinden bakıyorsun.
Bu sakinlik bile sana yeter...
Oysa az önce
sana doğru gelen kar taneleri 
Ondan kaçıyormuş meğer.

25 Ekim 2014 Cumartesi

19- Kokain

       
        Kavramlarının değişmesi bir şey ifade etmiyor.  Sabahtan bu saate kadar hissedebildiğin hiçbir iletişimde bulunmadın. Cevapların hazırdı. Yürüyeceğin yollar, giyeceğin elbiseler, yiyeceğin yemekler hazırdı. Oysa günün aydınlığına inanıp sabah erkenden uyandığında güzel bir ambalaj olarak dışarı çıktığını da hatırlıyorsun. Geçmişte bazı mutlu anları hatırlamıştın uyandığında. Ama dokunamadın. Dokunamamak seni susturdu. Nasıl bir müzik çalmıştı? Kulağında neler vardı? Hangi şarkılar kalmıştı aklında? Ya da tuşları mı eskimişti çalmak isteyip de çalamadığın bir piyanonun? Neler kayboluyordu? Geride bıraktığın, sana göre ilahi olan şeyleri izliyordun. Sonraları o ilahi benzetmelerin de değişmişti. Saplantılı, hastalıklı olmuştu. Hatta tarif edilemez, dile getirince tatsız bir hale de bürünmüştü.  Bunlar hep sen üzgünken oldu işte. Çocukluğunu, büyümeyi istediğin o anları düşündün sonra. Bir şeylere duyduğun ilk heyecanları. İlk vaatleri, sonunun ne olacağını bilmediğin, bilemeyeceğin düşünceleri. Camdan dışarı  baktın. Camlar tozluydu. Pencereler ise kilitli. Hatta açmaya uğraşamayacak kadar eski ve boyasız. Duvarları beyaz ve çerçevelerle dolu uzun koridorlardan geçtin, merdivenlerden indin ve bir solukta dışarı çıktın.
       Çıplak ayaklarınla uzun çimenlerin üzerine basıp yürürken babasının kolundan öpen kız çocuğu kadar mutlu olduğun anlar geldi aklına. O sıra yine çocukluğunun kötü anları da geldi, başını öne eğip ayaklarını birbirine sürtüp üzüldüğün anlar. Sonra büyüyünce o hallerine de alışacaktın, üzgünken onun yerini tabaktaki yemekle oynamak alacaktı, sonra sonra ağlarken yemek yemeye de alışacaktın. Bir arabesk şarkı dinlediğinde kendini bilmez, tarif edilemez bir iç kırıklığı gibi.  Ve Sevim Burak’ın en iyi arkadaşın olmasını isteyecektin yaklaşık onbeş yıl sonra. Hem güzel, hem savruk, hem derin. Dizlerinin üzerine çöktün elini gezdirdin ıslak çimlerin üzerinde, gözlerin dizlerindeki yara izlerine takıldı. Nasıl olduklarını hatırlamadın. Avuç içini kokladın. Sonra saçlarını düzelttin ve yavaşça ilerledin. Ayak sesleri duydun, ilerledin, ilerledin, yanına geldiler, ilerledin, ilerlediniz, ilerlediniz, ilerledin, ilerledin… ilerlemekten bıkana kadar, tüketebildiğiniz kadar ilerlediniz serin çimlerin üzerinde. Ve gittiler.  Birilerine dokunmaktan avuç içlerin terliydi bu sefer. Üzerindeki kumaşa sildin. Hayatındaki aksiliklerin birbirinin farkında değildi. Bu yüzden seviyordun ilerlemeyi, bu yüzden dokunuşların kusursuzdu, bu yüzden fazla naziktin, gülüyordun, gerçekten hissediyordun ama baş edemiyordun. O huzurlu anlarda, zamanı durdurmak istediğin o mutlu anlarda aynı zamanda bütün bunlarla baş edemediğin için ölmek de istedin.
        Uzun ve yavaş adımlardan sonra  yaşlı bir ağaç buldun. Ağacın ortasında küçük bir delik vardı. Kulağını dayadın, delikten rüzgarın sesi geliyordu, dinledin bir süre, dinledikçe dinlendin. Sonra sende anlattın, her şeyi ama her şeyi oraya fısıldadın: ağacın içine, doğaya. Gözlerin doldu. Dakikalar, saatler sürdü. Islak toprağı avuçladın, küçük deliği çamurla kapattın. Rüzgarın sesi kesildi.  Geri geri yürüyerek, gözlerini ağaçtan ayırmadan uzaklaştın, sonra arkanı döndün ve yaklaşmadın bir daha. Asla açmak istemedin eski cümlelerin manevi mezarlığını. Bir yağmur bekledin sadece o büyük ağacı ayakta tutan, o ağaç istemesen de aklından çıkacak ama unutulmayacak.

     Şimdilik yanımda dur, hava tam gözlerinin beyazına odaklanmalık. Seni tam anlamıyla tanımıyorum, yalnızca aklının birkaç dilimi bana ait, sadece bu kadar. Birazdan her şey bitmiş olacak, sadece tadını çıkaracağız. Sonra seni aldığım yere bırakacağım ve gideceğim, söz veriyorum gideceğim.

rohan s. kaya


6 Ekim 2014 Pazartesi

Hiç bir birikimim olmadı hayatta

Hiç bir birikimim olmadı hayatta.
İnsanları biriktirdiğimi düşündüm çoğu zaman. Yeri geldi onlarda harcandılar türlü olaylarla. Kimisi  bozukluklar misali paslanıp gitti. Değerleri ile mutabık. Kimisi elinin kiri gibi gözüktü. Zaten dünya yeteri kadar kalabalık gözünü açabilene. Geriye dönüp bakınca hayat yeteri kadar anı ile dolu. Daha fazla doldurmaya gerek yok. Bir iki dostun olacak hastalığını ve sağlığını anlatacağın yeterli .Geri kalan herkesle yüzeysel ilişki kuracaksın. Ne kadar önem verirsen o kadar yakındır o kişi seni üzmeye . Ya da senin tarafından üzülmeye. Ne gerek var birbirimizi üzmeye. Engel olamıyoruz ama demi sevmeyi , konuşmayı, paylaşmayı engelleyemiyoruz. Bazen sadece bunun gereksizliğin farkına varan herkese bir tür hatırlatıcı dövme  yaptırılmalı diye düşünüyorum. Olmayan inancım gereği herhangi bir kutsallık altında toplanmak saçma gelirdi. Bunu da çıkarınca geriye  mantıklı bir sebep kalmıyor zaten. Herhangi biriyle konuşmayı güvenmeyi gerektiren. Kutsallıktan söz etmişken , tek bir yer vardı önceleri özel saydığım mana yüklediğim; rakı sofrası - masası ne dersen. O ise müthiş kazıklanma ile final yaptı.
Hiç bir birikimim olmadı hayatta.
Rakı sofraları bile aynı sıradanlığında artık manzara ve insanlar kategorilerine göre. Belli bir süre sonra telefona ya da yanındakine sarılan eller , herkesin içinden uzaklaşmalar ve dalmalar sessizce, mutlaka abartan veya "çok dertli" olduğundan aşırı içen ve bünyesinin reddiyle sonuçlanan insanlar...
Huzurlu ve lebiderya  bir yeri örnek alalım mesela . Boş konuşmalar rakı üzerine , şöyle içilir bunla içilir sonra bu yenir gibi türlü türlü gereksizlikler, hayatın ve hayatının amacını sorgulamaya başlamalar . Evet kutsallık bir rutin gerektirir. Ama bu rutin içinde kişi belli bir aydınlık bulmalı veya bir karanlığın farkına varmalıdır. Burada ise hiç bir şey yok . Aynı oranda kafa yapacak alkolü daya nazogastrikten mideye, uyandır adamı ,rakı içtin sende inandır buna. Başlar anılarını anlatmaya.
Hiç bir birikimim olmadı hayatta. Bir evim yok Gerçi ev kavramı başka bir gerçeklikle varolur ancak ,amaaan neyse 3+1 apartman dairem yok diyelim. . Kiralık yaşadım hep .Bedeller ödedim.
Hiç bir birikimim olmadı hayatta. Anılarım dışında. Onları da istemedim zaten kimse sormadı bana . Alzheimer olana kadar yaşamak zorunda olduğum bu çileyi çekmeyi zaten kabul etmezdim. Çünkü anılar sahiplenildiği için güzel sadece. Güzelliği ve mutluluğuyla unutulmaz olanları al eline hatırladığın her an özlem duyarsın ve geri dönmek istersin , ama yok dönemezsin hayat bu lüksü vermez sana , en azından bilincin açıkken . Kötü olanlar ise zaten can yakar her hatırlandığında . Yani anlayacağın anılar her anlamda kötüdür. Nereden bakarsan bak,  kötüdür. Hayatının şuanki halinden daha iyi olma ihtimalini koyar önüne. Bir insanın neden anı olarak kaldığını hatırlamazsın onu düşünürken. Hep yaşadığın basit mutluluklar gelir aklına . Tamamen sahtekarlık ve yalan dolu olsa bile .
Hayatta tek birikimim anılar onu da istemeden yaptım aslında. Çok sayılmaz o yüzden . Ben saymıyorum.
A .U .

5 Eylül 2014 Cuma

Sonbahar

Bir annenin kızını okula göndermeden önceki,
havaya bakan ihtiyatlı gözleri,
Ve tabi ki olmazsa olmazı sararmış yapraklar
Düşmeye yüz tutmuş...
Bir bankta otururken , okumak
Faili meçhul bir aşkın kazınmış sözlerini
Güneşi görmediğin halde batmasına yakın zamanlarda
Belki üstünde sigara söndürülmüş
Belki çoktan bitmiş bir aşkın başladığı
Herhangi bir suya yakın bir bankta.
Mevsimin her an yağmur yağabilme ihtimali de güzel tabi
Yaprağın her an düşebilme ihtimali de.
Herşeyiyle bir mevsim sonbahar.
Hüznün , aşkın, ayrılığın ve kavuşmanın da
Herşeyiyle sevmenin de.


28 Haziran 2014 Cumartesi

18-daha hızlı sür


    Uzun bir otobüs yolculuğunda bir çeşmenin yanından geçerken, ‘’burada durun, nolur durun’’ diyerek ağzınla jilet gibi kestin sessizliği. Uyuyanlar uyandı. Şoför frene asıldı. Ardından burnuna gelen yanık lastik kokusu. Hızlıca ayakkabılarını çıkarıp çeşmeye koştun. Oturmaktan dizlerin uyuşmuştu. Başını suyun altına soktun. Buz gibi su, aklını, beynini, düşüncelerini uyuşturana kadar durumu bozmadın. Başını kaldırdığında derin bir nefes aldın, arkanı döndün herkes sana bakıyordu. Yerine oturdun. Kimse bir şey demedi. Başını çevirdi. Yalnızca çocuklar gözünü ayıramadı. Çığlığının etkisi onları seni izlemeye devam ettiriyordu. Bir gün onların da büyüyüp izlemeyi, şaşırmayı bırakacaklarını düşündün. Otobüsün camına ıslak saçlarını dayadın. Hiçbir şeye dayanamadın. Ta ki denizi görünceye kadar. Artık daha sakindin. 

    Ağaçlar hışırdıyor. Suyun sesi aynı tempoda. Bir hipnoz madalyonunu gözlerinle takip eder gibi bakıyorsun suyun sahile vuruşunu. Canlı olan, teninden aşağı doğru inen damlalar ve boynuna dolanan rüzgar. Her şey çok yavaş. Hızlı hızlı koşmak istiyorsun. Hemen kaybolmak. Hemen unutmak. Bunları hemen aklında başarmak. Aklına geldiğinde o zehirli lokma, parmaklarınla masayı tıkırdatıyorsun ve hala güçlüsün öyle değil mi? Kendine buna inandırdığın için bir şey yapmıyorsun, gardını düşürmüyorsun. Kokuları tanıdık, ama gerçekten yabancılar. Konuşamıyorsun öyle değil mi? Arada bir şeyleri özleyerek kendini dibe çekiyorsun. Ama gücün yetmiyor, bırakıyorsun. Akıntısız, belki biraz balçık, bataklık. Orta derece. Anlamsız, cevapsız, niteliksiz.  Sonra gülüyorsun. Direksiyonu aniden sağa kırıp kontrolü kaybetmene, önüne gelen her şeye çarpıp yok edince gözlerini kapatıp ön camdan fırlama ihtimaline neden olmayı düşünürken de çok gülmüştün. Çünkü başındakileri atabilmen güçtü. Dudaklarının kanın ıslaklığına ihtiyacı vardı. Şimdi biraz daha hızlı sür şu arabayı.

    Yolun başlangıcı. Otobüsten çoktan indin. Sahilleri bitirdin. Bir arabanın içinde gidiyoruz, şimdilik nereye bilmiyoruz. Bu yol, bu hız gerekli.

    Bundan önce bütün yazlar güzeldi. Yaz mevsimi sarhoşluğu altında, çikolatalı pastalar yapardın, pastanın üzerindeki yazı mükemmel olmadığı için delirirdin.  Başları dimdik papatyalar alırdı sana mükemmeldi. Tüm bunlar yüzünden terk ettin. Güzel oldukları için, olmaya çalıştıkları için. Şampanya patlatma kıvamına geldikleri için. Hatta o şampanya etrafa saçılırken, bardağı taşırmamak için minimalist hesaplar yaptığını görünce terk ettin. Jelatinlere sarılmış çiçekler aldığı için terk ettin. Tabi bu onun farkında değildi. Hiçbiri farkında değildi. Terapisti bile terk ettin.

    Doktorun odasında buz dağı gibi oturuyordun. Belki inanmadığından, belki hemen rengini belli etmemekten çekindiğin için. Hamleyi karşıdan bekliyordun. Kendinden emindin. Tırnaklarının boyu hiç eşit değildi. Eğer eşit olsaydı o gün terapiste gelmeyecek duvara saplayacaktın. Olmadı. Dişlerini sıktın. Sen ağlamazsın. En fazla 10 saniye. Sigara. Evet, evet sigarayı çok seversin. Ama gece yarısı haberlerinde yabancı bir ülkede bir katliam izlemiştin. Mutsuz bir günündü. Ölenler arasında masum insanları görünce saatlerce ağlamıştın. Tüm biriktirdiklerin dökülmüştü gözlerinden yanaklarına. Ama katliam yapan çocukta haklıydı. Senin kafan karışıktı.
    Doktor onlara ‘’Bu sene böyle devam eder, bir şey beklemeyin’’ demişti. Çirkin el yazısıyla affektif psikoz yazıyordu. Çok merak etmiştin o an. Seni ilk defa birisi reçeteye tanımlamıştı. Ama sadece o an merak ettin. Hala anlamını öğrenemedin değil mi? Hala sonucunu bildiğin şeylere girmeye tenezzül ediyor musun? Hala bir şeylere inanıyor musun?


    Şimdi her şeyi bırak. Arabayı daha hızlı sür. Asfalt dümdüz. Geri topla açılan yerlerini, kabuğunun içine tık. Ve daha hızlı sür şu arabayı. Rüzgar yüzüme vurdukça yorgunluğumla uyumak istiyorum. Daha soğuk bir çeşme bulana kadar, güneş batana kadar sür şunu. Sonra gideceğim, söz veriyorum gideceğim. 

r.serhatkaya

9 Mayıs 2014 Cuma

Ben ,O ve Libya'lının Mutluluğu

-Nasıl beğendin mi ?
-Yani güzel.
-Yani ? 
-Ya içim karardı böyle hep mutsuzluk hep aldatılma falan.
- Mutlu olduğum zamanları mı yazsaydım ? 
- Evet olabilirdi, aşkın güzel yanlarını yada hayata çift elle sarılmalı falan... Ne bileyim. Seni tanıyorum çünkü bu kadar mutsuz bir adam değilsin . 
- Haklısın ona bir sözüm yok ancak mutlu olduğun anları yazmak bir gösteriş gibi geliyor daha çok . Nispet yapmak gibi .
- Ne kadar hastalıklı bir düşünce . 
- Bir o kadar da doğru ama . Mutsuzluk hepimizin hayatının bir parçası ama mutluluk daha anlık ve daha ulaşılmaz değil mi ? 
- Neyse oturmuş neleri konuşuyoruz burada . Benim gitmem lazım.
- Yeni yazdıklarıma da bakacak mısın ? 
- Eğer mutluluğu anlatacaksan okurum. Ama şimdi gitmem lazım .

Ve gitmişti. Arkasından odasının kapısını kapatmıştı. Hiç cam olmayan kapılar var ya onlardandı. Artık iyice artmıştı sayısı gitmelerinin ve her zaman kendisi olarak dönmüyordu. Bu tedavi dedikleri sanırım yavaş yavaş etkili olmuştu. Odama geri döndüm bende. Komşu yatakta Sedat abi yine uyuyordu. Günün 23 saatini uyuyarak geçiriyordu . Hiç sesini duyduğumu hatırlamıyorum. Sigara da içmezdi. Uyanık olduğu bir, bir buçuk saat içinde de zaten camlı odaya giderdi. Sonra geri gelir yatağa usulca girer. Işık açıksa ışığa yavaşça bir bakış atardı, rahatsız olduğunu belirtir bir şekilde. Yorganını çekerdi nefes alacak yer bile bırakmadan. Tüm dünyadan izole olmuştu artık. Bir yorgandan kalkan yapabiliyordu. Her şeyden herkesten uzaklaşıyordu. Normalde benimle beraber kalan arkadaşların tüm hayat hikayelerini bilirdim. Bir nevi buranın rütbelisi sayılırdım. Yeni gelenleri hep yanıma yatırırlardı. Alışma süreçlerinin benimle geçirsinler diye.  Bende herkes ile iyi anlaşırdım. Bir tek Libya'dan gelen dışında.Adını bile söylemedi bana. Ama hakkında her şeyi biliyordum. Bazen bana emirler veriyordu. En nefret ettiğim özelliğiydi zaten. İlaçlarını alma, boşver onunla konuşma gibi. Bazen çok fena küfür ediyordu, önüne gelen herkese, kimse bir şey demiyordu ama ona , nedense. Bizim oynadığımız oyunlara daha dahil olmuyor ama sürekli yanımda durup saçma saçma yorumlar yapıyordu. Bazen mantıklı şeylerde söylüyordu tabi. Ama hiç bir zaman onun hakkında konuşmuyordu. Sanırım biraz olsun ona gösterdiğim ilginin farkındaydı ve saygı duyuyordu buna. 
Mavi kaplı ajandamı çıkardım ve kalemimi. Düşünmeye başladım; mutluluk , mutlu olduğum anlar , mutlu olmak için yapılanlar vs... Yok hiçbir şey gelmedi aklıma. Yan odada kalan Adile vardı ona sormayı düşündüm.Hep mutluydu o . Rengarenk giyinirdi. Beni de severdi hem. Kalktım koridorda yanına doğru giderken Libyalı çıktı karşıma yine. Ağzında sigara. Sigara içmek koridorda yasaktı ama ona kimse bir şey demiyordu . Sanırım devlet ajanı falandı ya da çok korkuyorlardı ondan. Ben hiç korkmuyordum ama .
- Boşver o salağı dinleyip ne yapacaksın,
- Ya çekil sanane . Hem öyle deme Adile benim arkadaşım. 
- Oğlum sen salak mısın ya önceki arkadaşım dediklerini görmedin mi sana ne yaptılar ? 

Bir şey diyemedim. Haklıydı. 

-Adile'ye bir şey sormam lazım. 
- Mutluluk mu ?
- Evet sen nereden biliyorsun ?
- Odada sayıklıyordun ya .
- neyse çekil önümden .
- Onu mutlu mu zannediyorsun? Numara yapıyor o buradan çıkmak için. Sonra gidecek yine önüne gelen ile yatacak. Bildiğin orospu lan o. 
- SUSSSSSSSS !!!!!! Çok yüksek çıkmıştı sesim . Koridordakilerin hepsi bana bakmıştı. Beyazlar içindeki birkaç hasta bakıcı ve hemşire bana yönelmişti. Onlara döndüm ; 
- Tamam , tamam özür dilerim .
Koridor boşaldı yinede ben, Libyalı ve İri yarı Hasta bakıcı kaldık. Hasta bakıcı baya uzaktaydı ama.
Çok sinirlenmiştim Libyalı da farkındaydı bunun. Kontrol ettim kendimi. Mutluluk dedim içimden. Mutluluk yazmam lazım.
- Senin, benim ve burada ki herkes için mutluluk sadece o yaptıkları iğnelerin içine saklı . Yoksa bizi burada niye tutsunlar ??? Mutluluk burada değil dışarıda olsa şu ilerde ki parmaklıklı kapı niye var zannediyorsun. Peki dışarı ile buranın farkı ne ha !! Sadece o iğneler ve ağzına soktukları ve yuttuğunda emin oldukları o haplar dışında? 
- Lütfen sus ve çekil önümden. (daha sessizdim bu kez ) 
- Benim susmam neyi değiştirecek ?
Buradan sonra konuşmaya devam etti ancak ilerden o geliyordu. Tedavisi bitmişti sanırım . 
- Ona bakıyorsun demi beni dinlemiyorsun .
 El salladım. Karşılık vermedi .Seslendim yine karşılık vermedi .
- Bak işte ne dedim sana . 
- Sen karışma bak .
- Dedim ya susmam hiç bir şeyi değiştirmeyecek . Bak sen bir hiçsin kimsenin umurunda falan değilsin .Oda sadece zaman geçirdi seninle. 
- Yeter artık , yeter seni çekmem mi lazım . Defol git buradan amınakoduğumun çocuğu . Pezevenk herif .Siktir git tekrar Libya'ya. Bu sefer ilk seferden daha çok bağırmıştım . Hasta bakıcı ve hemşireler bana doğru yönelmişti. Sakin olmam lazımdı .Ama o hala karşımda bana bakıp sırıtıyordu. Dayanamadım , dayanmak istemedim.
- Burada bekle geliyorum şimdi .Şerefsizin çocuğu . 
- Tamam tamam buradayım kalemini defterini alda gel .

Yatağın altından kalemimi aldım . Büyük bir hızla koşmaya başladım libyalının üstüne. Koridorda durdular beni . Kollarımdan ve bacaklarımdan tuttular. Direndim. Küçük bir yanma hissettim sonra. Direnmeye devam ettim .Sonra bir yanma daha uyluğumun ön yüzünde . Sonra direnemedim, her yerim uyuştu yavaşça ve bıraktım kendimi. 

Uyandığımda , her şey aynıydı Sedat abi yorganın altında. Libyalı camın kenarında. Başka kimse yoktu . Uyuduğum süre boyunca mutluluk ile ilgili rüyalar gördüm.Ne yazacağıma karar verdim. Ama önce onu görmem gerekiyordu. Yok yok önce yazıp sonra onu göstermem gerekiyordu. Kalemimi bulamadım. 
Almışlardı. Hemşirenin yanına gittim. Rica ettim. Yanında yazmama izin verdi. Dedim ya rütbeliyim. Küçük bir kağıt parçasına bir şeyler karaladım. Teşekkür ettim. Hemşire bir şey demedi .Gazetesine döndü. Okuduğu yere gözüm takıldı. Ev ilanlarına bakıyordu. Onun adına mutlu oldum. Muhtemelen evleniyordu. 
Ama o ,o kadar da mutlu gözükmüyordu. 
Her şeyi düşünmeyi bıraktım hızlıca odasına gittim. Kapı yarılanmıştı. Hafifçe vurup odaya girdim. Kesin çok beğenecekti bu yazımı. Hem bu daha karalama gibiydi beğenmezse yenisini yazar getirirdim.  
İçerisi bomboştu ,gitmişti. Hemşireler dün son gün tedavisini aldı , babası aldı götürdü dedi. 
Sakin kalmam lazımdı. Sakin olmalıydım. Libyalı da sesini çıkarmadı. Odama gittim . Elimde üstünde onu anlatan bir notla kalmıştım. Bana mutluluğu anlatan bir şey yaz diyen kadına onu anlatan bir not yazmıştım. Bence çok romantikti en azından o anlık için. Şimdi ise çok çocukça geliyordu. Kağıdı buruşturup çöpe attım. Odama gittim. Libyalı haklıydı. Kimsenin umurunda değildim. Sedat abi gibi yattım o gün ve ondan sonra. İyileştin dediler saldılar beni bir hafta sonra. Anlaşılan Sedat abiyi hasta yapan hareketler beni iyi yapan şeylermiş. 
Çıkar çıkmaz bir et dürüm döner yedim. Eti bol. İki de ayran içtim. Üstüne bir çay içtim kahvenin birinde ,sigaranın en kalitelisi ile. Sonra kalacak bir otel buldum. Küçük bir odada sadece yatak ve lavabo birde masa vardı. Pazardan aldığım kalın ipi, yine yeni aldığım çamaşır telinin etrafına doladım güzelce. Yukarıdaki lambayı söktüm. Masa lambasını açtım. Boynumu geçirdim ipe. Sonra altımdaki banyo taburesini itekledim. 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

17-karaya vurmuş balinalar


Seni hatırlıyorum, seni görmeden yıllar önce tanımıştım seni. O zaman saçlarım uzundu. Bir canavara dönüşmemek için dolunaydan kaçıyordum. Cafe’de bir masada oturuyordun. Cilalı masayı parmak izlerinle kirlettin. Sen bunları bir kabus olarak görüyorsun. Ben ise bir Fransızın sahnesinde kendini hikayeleştirmeye çalışması gibi görüyorum. Sanki aniden toz olacaksın ve hikayen bitecek.Elindeki fotoğrafa bakıyorsun ve sanki gökyüzünü yükselecekmiş gibi kollarını yukarı kaldırıyorsun. Bu hoşuna gidiyor, gülümsüyorsun. Bu gülümsemeyi biliyorum. Saçların yanaklarını göstermeyecek kadar uzun, masanın üzerine dağılıyor. Fark edemediğin kadar zarifsin, ama iddia ettiğin kadar kadın değilsin.


Seni hatırlıyorum. O zaman saçların kısaydı. Sırtında bir çanta vardı. Kalabalığın ortasında etrafına bakarak yürüyordun. Kulağındaki kulaklıkta Joe Satriani çalıyordu. Sadece insanları görmek istiyordun. Duymak değil. Hong Kong’un ara sokaklarında köpek etlerine inen satırları görüp şaşkınlıkla bakıyordun. Fotoğraf makineni çıkardın, kasap sana çizgi gözleriyle gülümsedi. Sen gülemedin. Onlar için uzun yaşam ve proteindi. Aklına oturduğun mahalledeki sokak köpekleri geldi. Bir an duraksadın. Herkes sana bakmaya başladı. Kalabalığın içinden hızlı adımlarla otele geri döndün. Otelin parlak zemini seni rahatlattı. Kulağında Evgeni Grinko’nun Vals’i çalıyordu ve sen hemen oradan gitmeye karar verdin. Bir yerde fazlasıyla durmak bilmediğin bir sebepten dolayı canını sıkıyordu. Gözlerin aynı olana bir türlü alışamıyordu.

Seni hatırlıyorum. Ara sokakta bir kaldırımda oturmuş sigara içiyordun. O zaman Bern sokakları güzelliğiyle seni yutmuş gibiydi. Ayakkabılarını çıkarıp ayağa kalktın ve yol boyunca Aare nehrine kadar yürüdün. Nehire giren yaşlıların mutluluğuna tebessümle baktın. Onlar da sana el salladılar. Nehre daha dikkatli baktın. Yüzmek istedin ama vücudun yaşlıların ki kadar soğuk değildi. Bir an bir tanesinin boğulabileceği bile aklına geldi ama o huzurlu yerde öyle bir ölümün bile huzurlu olduğunu düşündün. Suyun kenarına iyice yaklaşıp çiçek desenli eteğini topladın, oturdun ve ayaklarını içine soktun. Uzanıp gökyüzüne baktın, baharın uyumuna, mavi ve yeşilin arasındaki o ince çizgiye, ve tahta evlere. Orada bir tanesinde yaşama isteğini içinde gezdirdin.

Seni hatırlıyorum. Sibirya ekspresine binip binlerce kilometre kaçırılmak istiyorsun. Diğer vagonda keman sesleri geliyor. Ve önünde Baykal Gölü. Tren duruyor ve dışarı çıkar çıkmaz öksürmeye başlıyorsun. Oksijen nikotinli ciğerlerini dilim dilim kesiyor. Uzun uzun bakıyorsun gölün etrafına. Su kendini izletiyor. Uzakta olmak, yakında düşünmekten daha doğru diye düşünüyorsun. Burnun akıyor, gözlerinin içi üşüyor ama aldırmıyorsun. Ağlamaya başlıyorsun bu uzaklığın ve soğuğun üzerine. Nedensiz. Sonuçsuz. Kimsesiz. Bu sefer gözyaşların üşüyor. Eldivenin içindeki ellerin üşüyor. Dokunmuyorsun. Tanışmak isteyen meraklı gözlere meraksız bakıyorsun.


Artık hareket edemezsin. Onlar için ileri gidemezsin. Kendi kendini yasaklattın. Seyretmek lanetin oldu. Vücudunu dayadığın her şey biraz daha çürüdü. Kayalar birbirinden ayrıldı, taşlar ufalandı. Kum gibisin. Milyonlarca. Milyarlarca. Zarar görmüyorsun. Bulaşıp gidiyorsun. Yalnızca dekoru değiştirdin, durumu değil. Şimdi kitaplar karıştırıyorsun güçsüz güneşler altında, etrafı seçmeden gözlerinle duygularınla çeviriyorsun başını sağa sola. Yaşadığını hissetmen için kelimelere ihtiyacın var.  Zaman çok geç, parmaklıkları büküp çıkamazsın. Böylede devam edemez. Ama ilginç bir şekilde devam ediyorsun. Hiçbir şey olmuyor. İleri gidemiyorsun. Geriye dönemiyorsun. Aklın dümdüz bir ova gibi. Ama ileride Çingenelerin dans ettiği bir ova. Gülümsemenin bir süre sonra acı verdiğini, uyumu başaramayacağını düşünüyorsun. Aklının içindeki harekete, düşüncelere hayat yetmiyor. Bu yüzden bir şeylerle uğraşamıyorsun. İçeridesin hep. Bezen kemiğin yokmuş gibi yatıyorsun. Ama dışarıda da bir şey olmuyor. Kabullenmen gerekiyor. Sonun tonlarca su yutup okyanuslar geçen ve daha sonra sahile vuran bir balinadan farklı olmayacak. 

r.serhat kaya